Maliye bakanlığının kendi bünyesindeki bir tespite göre işyeri açma ve kapatmak
için 77 (yazı ile yetmiş yedi) işlem ve imzaya gerek varmış. Hele fabrika kuranların, teşvik almak zorunda
olanların Allah yardımcısı olsun. Bu
işlerde üç basamaklı rakamlarla ifade edilen işlemleri, birkaç yıla varan
beklemeleri, bu yüzden Balkan ülkelerine taşınan tesisleri, vazgeçilen yabancı
sermaye teşebbüslerini konu eden yazılara sıklıkla rastlıyoruz gazetelerde.
Bürokrasi,
devlet dairelerinde yaşanan sistemli engellemeler, zorluklar ülkemizin kronik
bir rahatsızlığıdır.
Konu
çok eskilere dayanıyor. Yıl 1923 TBMM’de Rize Milletvekili Ekrem Bey bir takrir
veriyor; “Her şeyden evvel kırtasiyeciliğin önüne geçmek lâzımdır. Dairelerdeki çalışma usulleri kökten
bozuktur. Usanan halk mebuslara evrak takip ettirmek zorunda kalıyor. Mebuslar
asıl ilerini bırakıp daireden daireye ulaşmaya ve iş sahiplerine cevaplar
yazmaya mecbur oluyorlar. İlh.”
4.02.1924
TBMM’ de bir müzakere esnasında sorulan bir sual;
“Memleketin
köhne idare cihazı eski usullere göre işliyor. Zaman denilen büyük değeri hiçe
sayıyor. Geri kalmış bir memleket, böyle bir berbat mekanizmanın işlemesiyle
nasıl ileri gider? Nasıl ıslahat yapar? Daha bol iktisadi verim ve içtimai
yükselme hasletlerine nasıl kavuşur?”
Cevap;
“O
bahsettiğiniz makine ıslah kabul etmez, şurasına burasına bir çivi çakmak bir
tarafını değiştirmek suretiyle işe yarar bir hale gelemez. Bunu kökünden
yıkacağız. Bizi modern çalışmaların icabına göre yürütecek verimli makinayı ta
temelinden kuracağız.”
“Bu
sözü söylerken Gazi iyi niyetli ve çok azimli görünüyordu. Fakat ortadan aşağı
kıratta elemanlar tarafından işletilen ve olduğu gibi kalmasına çalışılan o
köhne kırtasiyeci makinenin mukavemet kudreti o şekildeydi ki onu değiştirmeye
ne Gazi Paşa’nın dehası ve enerjisi ne ondan sonra gelen idarelerin ilgisi
yetmedi.”
Yukarıda
aktardığım soru - cevap ve yorumu Ahmet Emin Yalman’ın “Yakın Tarihte
Gördüklerim Geçirdiklerim (Pera yayıncılık)” adlı kitabından aldım.
Cumhuriyetin
kuruluşundan yüz yıla yakın bir süre geçmesine, teknolojinin, iletişim
araçlarının hızlanmasına, bilgisayar çağına, “e-devlet” yapılanmalarına rağmen
değişen çok şeyin olmaması, bu gün de benzer şikâyetleri tekrarlamamız çok acı
değil mi?
Haklarını
yemeyelim! Zaman içinde bir şey değişti. Bizler dilekçelerin altına 16 kuruşluk
pul yapıştırdık. 15 kuruşluk damga ve bir kuruşluk tayyare pulu. Pulsuz dilekçe işleme konulamazdı. Tütün bayilerinde, bazı bakkallarda,
kırtasiyecilerde “PUL VE KIYMETLİ KÂĞIT SATILIR” levhaları asılı olurdu.
Cüzdanlarımızda mutlaka yedek dilekçe pulu bulunurdu. Bir dairede işlem takip
eden kişiye ödünç veya hediye olarak verilen 16 kuruşluk pul en büyük hayır
duası vesilesi idi. Zamanla para değeri değiştikçe pul temini güçleşir olmuştu.
Özellikle bir kuruşluk Tayyare Cemiyeti pulu. Tedavülden bir kuruşun kalkması
üzerinden uzun yıllar geçmiş ama düzen değişmemişti. Yanılmıyorsam 1970’li
yıllarda dilekçelerden pul kaldırıldı. Zaman sürecinde, faturalara, senetlere,
anlaşmalara, kira kontratlarına, vergi beyannamelerine, daha birçok belgeye
yazılı değerin belirli bir yüzdesin de pul yapıştırmıyoruz artık. Bunun yerine
“Damga Resmi”ni beyan mucibi maliyeye yatırıyoruz. Artık iş yerlerinde her
sayfası ayrı değerdeki pulları stokladığımız “Pul Defterleri” de tarihe
karıştı. Acaba hatırlayanlarınız var mı? Tabii pul satma yetkisi olan Bayi’ler de
kalmadı, Onların pul satışından “beyiye” adı ile anılan kazançları da kalmadı.
O
yıllardan bir anekdot hatırlıyorum:
Issız
adaya düşme ihtimaline karşı yanınıza alacağınız en gerekli üç şey nedir?
Sorusuna, İngiliz: “Pipom, kitabım, köpeğim”, Fransız: “Şarabım, peynirim,
metresim” Türk: “Nüfus sureti, iyi hâl kâğıdı, 16 kuruşluk pul” cevabını
verir. Nüfus sureti yerine fotokopisini,
pul kalktı onun yerine de vergi numarasını koyunuz!
Söylemlerimizde
bir pul konusu daha var; “PARAMIZ PUL OLDU”
Ülkemizde
ilk kâğıt para 1840’lı yıllarda Sultan Abdülmecid döneminde bir nevi tahvil
olarak, 160 bin Osmanlı altını karşılığında basılmış. En büyüğü 500, en küçüğü
10 kuruş değerinde. Arka yüzünde “Kaime-i muteberi nakdiye=Osmanlı parası
yerine kaimdir.” İfadesi var. Halk bunu “kayme” diye adlandırmayı tercih etmiş.
Bugün bile Anadolu yaşlıları arasında “bu kaç para” yerine “kaç kayme” söylemi
kullanılmaktadır. Yine eski yıllardan kalma “mecid ve çeyrek”
deyimleri yakın zamana kadar sürdü. Mecit yirmi kuruş demektir. Abdülmecid’in
tedavüle çıkardığı altın liranın (Mecidiye)
beşte biri, gümüş 20 kuruş. Bunun
dörtte biri de yine gümüş çeyrek yani beş kuruş. Mecid veya Mecidiye
söylemlerimizde pek kalmadıysa da Çeyrek çok geniş olarak kullanılmakta. Saat
diliminden, altın liraya ve tabii beş kuruş yerine. Dörtte bir anlamında ki; “cehar-i yek”den gelir.
Dönem,
Osmanlı yönetimi için zor dönemlerdir; ardı ardına gelen savaşlar ve kötü
yönetilen maliye ve hazinedeki değerli metallerin suyunu çekmesi nedeniyle
sürekli yeni kâğıt paralar çıkarılır. 1900’lerin başına geldiğinde artık
pulların bile üstüne sürşarj vurularak “bu pulun pul değil para
olduğu” yazılmaktadır; PARAMIZ PUL OLMUŞTUR…
Kuruş
dedim de; Bizler kuruş hatta para devrinin kuşağıyız, Bayram harçlıklarımızda
lira büyük ikramiye idi. Lira olan değerler bile on liraya kadar bin kuruş diye
ifade edilirdi. Meselâ; Mark yüz kırk üç kuruş, Dolar iki yüz seksen kuruştu
1958 Ağustos devalüasyonuna değin. O zaman adı dokuz lira oldu ancak. Simidin
fiyatı bir çeyrekti, gazozun da. Hanımların çantalarında, beylerin ceplerinde
bozuk para cüzdanları olurdu. Yarım daire şeklindeki kapağı açılıp diğer yarım
daire gözden ufak paralar buraya kaydırılır, seçim yapılırdı, alışveriş
esnasında.
Bir
kuruşun hükmü 1958’lere kadar sürdü.
1957’de İstanbul’da yüksek tahsilimi yaparken tramvaylarda talebe bileti
üç kuruştu. Biletçiler para üstü vermek için bir kuruş bulmakta zorlanır
olmuşlardı. O zaman ortaya zımni bir anlaşma çıktı. Biletçi şebeke’yi
(Üniversite pasosu) görmek istemez, biz de para üstü iki kuruşu talep etmezdik.
Havalı olurdu! Demokrat partinin enflasyonlu kalkınma modelini seçmesi “her mahallede bir kaç milyoner” yarattı
gerçekten. Ama metal paralar art arda boyut ve ayar değişiklilerine uğradı.
Para ve kuruş nostalji oldular. Ardından 1970’li yılların ve sonrasının üç
rakamlı enflasyonu ile metal liraların ardındaki sıfırlar çoğaldı, bozuk
paranın itibarı hiç kalmadı. Nerede ise
para üstü olarak bozuklukları talep etmek, kabul etmek ayıplanır oldu. Umumi
telefonlara atılan bozuk paralar sıklıkla boyut değiştirdikçe yerini özel
jetonlara terk ettiler. Bu tarihten sonra yüksek enflasyona ve hep yenisi
basılan çok sıfırlı kâğıt paralara alıştık. Ama bunun en kötü örneğini I. Dünya
Savaşı sonrası Almanya’sı yaşamıştır. Borçlarını ödeyebilmek için çareyi daha fazla para basmakta bulan
Almanya’da birkaç gün içinde enflasyon %29,500’e kadar çıkmıştır.
1923 yılında bir dolar karşılığında yaklaşık 4,7 trilyon mark almak mümkündü. (Bakınız; Küçük Adam Ne Oldu Sana –Hans Fallada-
Roman yayınları.)
Kuruş
hemen bütün dillerde kullanılan madeni paranın adıdır. İlk defa 1250’de XI.
Lois’in bastırdığı gümüş sikkede bu ad kullanılmış. Buradan tüm Avrupa’ya küçük
telaffuz farklarıyla yayılıp dilimize I. Bayezit döneminde “Kızıl Kuruş” olarak
girmiş ve daha sonraki Osmanlı padişahları çeşitli ağırlıklarda kuruş adlı
sikkeler bastırmışlar. Cumhuriyet döneminde de bir Türk lirası yüz kuruş, bir
kuruş da kırk para olarak kanunlaştırılmıştır. 1950 öncesi beş ve on para, bu
günün on kuruşu büyüklüğünde, bakır karışımı sarı metaldi. Tek başına pek iş
görmezdi ama dördü bir araya geldiğinde “kırk para= bir kuruş” ile o günler adı dosya kâğıdı olan- bir A4
kâğıdı alabilirdik.
Bir
kuruşlar kare ile yuvarlak arası yonca yaprağı görünümündeydiler. Adı “tırtıklı/kertikli kuruştu”. Sonraları ortası delik bir ve iki buçuk
kuruşlar çıktı. Bir liralar gümüş oranı yüksek, çapı üç buçuk santim civarında
olup “dana gözü” diye
isimlendirilirdi. 1950’li yılların ikinci yarısında enflasyon o kadar arttı ki tek
parti döneminde basılan madeni paraların ham madde değeri üzerinde yazılı
olduğu rakamı kat kat geçti. Yüksek gümüş oranlı bir lira ve elli kuruşlar
kuyumcular tarafından daha yüksek bedellerle satın alınıp eritildi. Saf gümüş yirmi
beş kuruşlar ise ortası çukurlaştırılıp burma gümüş sap takılarak çay kaşığına
dönüştürüldüler. Evimizde bu kaşıkları uzun yıllar kullandığımızı anımsıyorum.
Sonra
bir kez daha PARA PUL OLDU. Ortası delik
bir ve iki buçuk kuruşlar tamirciler tarafından toplanarak cıvata somunlarının
altında pul olarak kullanılmaya başladı. Çeşitli boydaki metal pulları satın
almak daha pahalıya geliyordu… Paramız bir kez daha pul olmuştu; üstelik metal pul…
İşte
böyle bir şeyler… Hatırlayanlarınız var mı?