Naylon ve plastik yaşantımıza 1950’li
yıllarda girdi. Kore’den dönen komşumuz yüzbaşının bana hediye ettiği naylon
torba ile okulda büyük sükse yapmıştım. Kimsede böyle bir şey yoktu. Art arda
geliştirilen, düşük maliyet getiren sentetik reçineler doğal materyallerin
yerine hızla oturdular. Taş, demir, teneke, tahta, deri, yün, ipek, cam eşyalar
yerini sentetiklere bırakırken bazı objeler zamanın acımasız kimyası içeresinde
yok oldular. Bunları imal eden zanaatkârları da tarihin derinliklerine
gömerek...
Yok olan objelerden biri de Zembil. Hasırdan örülmüş
altı dar, üste doğru genişleyen, kulplu bir taşıma aracıydı. Naylon pazar
sepetlerinden önce evlere yiyecek erzakı hep bu zembiller taşıdılar çarşı ve
pazarlardan.
1950’li yıllarda Bursa Belediye Otobüslerine sepet
alınmazdı. Niçin mi? “Sepetler
hanımların çoraplarını kaçırıyor.” Genç
kardeşlerim belki inanmayacak ama o zamanlar hanımlar etek ve altına önceleri
ipek, daha sonraları naylon çorap giyerlerdi. Pantolonlu hanım olmazdı. İşte o
zaman zembil pratik bir çözümdü, sepetin yerini almak için. Zaten kentin en uzak yerleşimi Çekirge’ye
sepeti ile gitmek zorunda olanlar 1958 Çarşı yangınından evvel Timurtaş Paşa
türbesinin karşısındaki odun depolarının bulunduğu boş alanın önünde duran iki
tane Opel marka (sanırım 1946 model idiler) dolmuş arabasına yönelmek zorunda
idiler. Diğer semtler zaten yürüme mesafesindeydi. 1950 sonrası Bulgaristan
göçmenleri için yapılan Hürriyet ve İstiklal mahallelerine özel otobüs
işletmelerinin araçları sağlardı ulaşımı. Bir süre Yıldırım’a da özel bir
firmanın çalıştığını anımsıyorum. BOİ ‘ne ait sanırım sekiz adet Bussing marka
otobüs yeterdi nüfusu henüz yüz bin civarında olan kente. Bu arada ülkemizdeki
ilk yasal grevin de (7 Kasım 1963) BOİ’de yapıldığını anımsıyorum. Askeri birliklerin
ve Merinos’un servis otobüsleri ulaşıma yardımcı olmuş, esasen dolmuş
yaşantımıza yerleşmişti, bir sıkıntı yaşamamıştık. Ana durak önünde üzerleri
“grev gözcüsü” yazılı gömlekleri ile dolaşan personelin neyi gözlediklerini de
hiç anlayamamıştık.
Kent içi ulaşımda dolmuş ile 1961 yılında Santral
Garajın açılışı ile tanıştık. Tabii 1956-57 model Amerikan yapımı arabalarla ki
onlarla daha evvelinden Yalova’ya ve Mudanya’ya vapura gidişler için
tanışırdık… Atatürk Caddesindeki taksi yazıhaneleri çığırtkanlarının “Yalova’ya
vapura Mudanya’ya denize danya, danya, danya…” çağrıları hâlâ kulaklarımda.
Yağlı güreş pehlivanlarının kispetleri hep zembil
içinde yolculuk ettiler meydandan meydana. Hava geçiren dokusu ile yağlı meşin
kıyafetleri kokuşturmadan.
Üzerine deri kaplanarak daha dayanıklı hale getirilen
zembiller yıllar boyu hizmet verirdi. Yapı ustaları takımlarını böyle zembil
içinde taşırlardı genellikle.
Tamir ve bakım gerektiren eski ahşap yapılara
zembilleri ile yerleşen bu ustaların işleri uzar da uzardı. Bir yeri onarmak
için vurulan keser darbesi başka bir yerden döküntü verir, oraya yöneliş yeni
onarımlara gereksinim doğururdu. Evinde böyle uzayan tamirattan bıkan bir Kadı,
Kadılık odasının duvarına bir usta zembili asmış. Şahitlik için gelenlere
duvardaki zembil üstüne yemin ettirir, yalan söylenmesi halinde “evine usta
zembili girmesi” bedduasında bulunurmuş.
Yaya yolculuğa çıkanlar, bağ ve bahçelerinde çalışmaya
gidenler nevalelerini zembil içinde taşırlardı. Kulplarını bir değnek ucuna
asarak omuzda taşıma kolaylığı yanında molalarda veya arazi çalışmalarında bir
ağaç dalına takılır, doğal maddeden gözenekli yapısı ile içindeki yiyecekleri
bozulmadan muhafaza ederdi.
Zembilli Ali Efendi, bu sıfatı ile Osmanlı tarihinde
yer almış kişilerden birisidir. II. Bayezit ve Yavuz Sultan Selim’e
Şeyhülislâmlık (1502) etmiştir. Hak
severliği ve sükûneti ile hükümdarı da etkiyen bu kişi evinin penceresinden
aşağı bir zembil sarkıtır, müşkülü olanlar sorununu bir pusulaya yazıp bu
zembile bırakırlar o da ertesi günü cevabı yine bir pusula ile bu zembil içeresine
koyarak verirmiş.
Zembil tarih kadar eskidir. Her mesleğin bir piri
olduğunu kabul eden Ahilik inanışına göre;
Zembilcilerin piri Hz. Süleyman’dır. Geçimini zembil örerek ve satarak
temin edermiş.
Bir efsaneye göre; Silvan’da kale burcunda yaşayan ve
geçimini zembil satarak sağlayan bir adam varmış. Hükümdarın karısı sokakta
gördüğü bu erkek güzeli zembilciye âşık olur. Sarayına çağırıp bütün
zembillerini satın alır, aşkını ifade eder kendisi ile birlikte olmasını ister.
Zembilci evli olduğu gerekçesi ile reddeder, bu teklifi. Hükümdarın karısı
zembilcinin evini bulur, eşine büyük ihsanlarda bulunarak bir gece için yerine
geçmeye razı eder, elbiselerini giyerek yatağa girer. Gece eve gelen zembilci
davranışlarından, yataktakinin karısı olmadığını anlayınca dışarı fırlar,
hükümdarın azgın (!) karısı da arkasında. Kurtuluş olmadığını anlayan adam
kalenin bir burcundan kendini atarak paramparça olur, âşık kadın da peşinden
atar kendini. O günden bu yana bu burç Zembilfüroş; (Zembil satan) diye
anılmaktadır.
Karagöz oyununda bir Ermeni tipi olan Ayvaz mutlaka
sırtında bir zembil ile şekillendirilir.
Klasik Yunan tragedyasında oyunun sonu karmaşaya
dönüşür ve çözümsüzlük mertebesine ulaşılır... İşte o esnada sahne göğünden
zembil içinde tanrı iner. Bu çözüm tanrısıdır ve o tragedyayı çözer. Bundan kaynaklanarak
söylemlerimize “GÖKTEN ZEMBİLLE İNDİ” deyimi yerleşmiştir.
Ama artık o ne gökyüzünde kaldı ne de yeryüzünde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder