9 Mayıs 2018 Çarşamba

YAPRAKTAN ATLASA



Bir zamanlar Bursa denince ipek, ipek denince Bursa gelirdi akla. 
Önceleri az sayıdaki Türk tüccar ve sanayici dışında Azınlıklar ve genelde Ermenilerin elindeki üretim Osmanlı Sarayına, Avrupa’ya, hatta doğum yeri olan Çin’e bile giderdi bu kentten.  Muslinler, Sadakorlar, Ebâniler, Kemha, Şetâri, Kutni, Çatma, Kadife, Dibalar, Atlaslar.       Gün oldu devran döndü. Savaşlar gördü dünya, bir Kurtuluş Savaşı yaşandı, Azınlıklar ülkeyi terk ettiler, Cumhuriyet kuruldu. Üretim Türklerin eline geçti, tüm atölyeler ve fabrikalarıyla. Yeni fabrikatörler soyadı kanunu ile iyice özdeşleştiler ipekle.
İpek, İpeker, ipekel, İpekçi, İpekçioğlu, İpekçiler, Yılmazipek, Şenipek, İpekten, İpekman, İpekbüken, İpekçeken ve daha niceleri...    Bir şey daha oldu;  Her ipek fabrikatörünün bir kızı İpek adı taşır oldular.  Bursa’nın her mahallesinde tafta kurdeleli birkaç İpek.
Moda da değişime uğradı zamanla. Yeni dokumalar girdi, yeni kumaşlar çıktı pazara ve yeni isimler katıldı jargona; Birman, Mongol, Tafta, Ponje, Podanj, Lenjeri, Krepdöşin, Krepdamur...
Ama Atlas hep korudu asaletini ve saygınlığını. Alayların öperek teslim alıp, verdikleri kutsal sancak hep Atlas’tan dokundu günümüze değin. Osmanlının Sancak-ı şerif’i hep atlastı. İnebahtı yenilgisiyle 142 parça gemisini kaybeden kaptan-ı derya Uluç Ali Paşaya “ Bre paşa üzülme, Devlet-i ali Osman demirleri gümüşten, halatları ibrişimden, yelkenleri Atlastan yeni bir donanma yapar.” Deyivermişti, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa.          
Çok değil 25-30 yıl önce bir baktık ki; yeniden dönmüş devran: Hiç anlamadan dünya ekonomisi kaç kez yön değiştirmiş. Uluslararası rekabetin etkisiyle Bulgaristan’dan,  Uzak doğudan giren dokunmuş ipek kumaşlar bizde de pazarı ele geçirivermişler.
Sonra sentetik iplikler çıkı, üretimi zorlu, pahalı ipeğin yerini aldılar.  Bir zamanlar kaçak getirildiği dönemin intikamını alırcasına Uzak Doğu menşeli, Çin İpeği isimli, ince denye iplik ve kumaşlar bu kaybı hızlandırdılar.
Beyefendiler ipek gömlek giymez oldular; göğsünde ad ve soyadlarının baş harfleri işlemeli. Ama İtalyan yapımı kravatlar hep korudu saltanatını.
Derken, dutluklar kesildi, köyler, evler Böcek yapmaz oldular. Kerevetlerde İpek Böceği kalmadı. O, gayri sevimli hâli ve ismi ile Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nda Ferîde’ye Bursa’da takılan ad olarak yaşayacaktı kitaplarda.  Fabrikatörler artık kızlarına İpek adını koymaz oldu.
Tafta kurdeleli İpekler, İpek Hanım oldular bir süre sonra İpek Büyükhanım. Bir zamanlar adını taşıdıkları İpek; çocukluk, gençlik anılarında ve çeyiz sandıklarında kaldılar, sandık lekeli olarak. Bir de söylem kaldı yaşlı dudaklarda;
“Sabırla koruk helva, dut yaprağı Atlas olur.”
Koruğun pekmezden helvaya olan serüveni biryana gelin biz dut yaprağından Atlasa giden sabır yolunda bir yolculuğa çıkalım
YAPRAK: Takvimler “7 Martta ağaçlara su yürümeye başlar ” diye yazıyordu ve zaman 7 Mart günlerini sürüyordu. Bursa ovasının doğu yöresinde,  Kestel bölgesindeki geniş bahçede de cemrelerin düşüşü ile artık ılınmış topraktan su yürümeye başladı, dut ağaçlarına.  Önce köklerde, sonra gövdede ardından dallarda yaşam dürtüleriyle uyanma başladı.
O bir dut ağacıydı, Hasan Ağa’nın bahçesinde. Asıl vatanı Çin olan ama Akdeniz kuşağı ve ılıman ikime sahip tüm topraklarda yaşayabilen, Dutgiller (Moraceae) familyasından
 “Morus “cinsi, meyveden çok yaprak verimi için dikilmiş. Akrabaları akdutlar, karadutlar daha geniş gövdeli ve daha uzun boylu olsalar da o kısa boyu ile meyve vermez bol miktarda yaprak üretirdi.  Yuvarlak veya kalp biçimi, üstü koyu altı daha açık yeşil, sapından kenarı tırtıklı yüzeyine iki sıra dizilmiş damarlarıyla.
Nisan geçip mayıs geldiğinde önce uç dallardan başlayarak “gözverdi” ağaçlar sonra açık filizi renkli tomurcuklar göründüler ve hızla büyümeye başladılar. Doğanın onlara verdiği görev gereği Mayıs başlarında yaprak olmak zorundaydılar,  oldular da. Böcek açma mevsimi geliyordu, bir kutu böcek için (20.000 tohum) 750-800 kilo yaprak gerekecekti.   
Başka ülkelerde bir ilkbahar bir sonbaharda iki hasat yapılsa da ülkemizde tek hasat olarak ilkbahar benimsenmişti.
TOHUM: Kınalı eller, ölmüş, kurumuş, hiç uçamayan, pörsümüş kanatları yer yer dökülmüş kelebekleri teker teker toplayıp ayırdılar. Bu sıcak temmuz gününde muşamba kaplı kerevetler üzerinde sadece bir iki milimetre boyunda, küçücük bir mercimek tanesi gibi, sarı-kahve tohumlar kaldılar.  Tohumlar yumuşak fırçalarla toplanıp hassas terazilerde 25’er gramlık guruplara ayrıldılar.  Her bir guruptaki yaklaşık 30.000 kadardı.  Tülbent kesecikler içeresinde üstü delikli mukavva kutulara konulup özel dolaplarına sıralandılar; +2 derecede bütün bir seneyi geçirip gelecek mayıs ayında açılarak İpek olmak üzere.
Atalarının yaşadığı Çin’den bu topraklara gelişlerinden bu yana 15 asır geçmiş, artık adları Bursa ile birlikte anılır olmuştu. M.S. 550 yıllarında İmparator Jüstinyanus döneminde Nasturi Keşişleri tarafından bastonları içeresinde kaçırılarak getirilen bu tohumlar, iklimine uygun Marmara bölgesinde (Dünyada sadece 32-40 paralelleri arasındaki kuşakta yetişebilir) geliştirilip Akdeniz havzasına yayılmışlardı. Zaman zaman insanlar gibi, tohumlar da hastalıklara kırgınlara uğradılar. 1860’larda Fransa’da baş gösterip Bursa’ya kadar ulaşan Karataban hastalığı çok zarar vermişti soylarına.1888’de Şehreküstü mahallesinde Kazaz (ipekçi) Ahmet Muhtar Efendinin evi, kiralanarak açılan “Harir Dar-üt talimi” (İpekçilik Okulu)  daha sonra Setbaşı’ndaki Burduri Zade Osman Efendinin evine ardında da 1894 yılında Maksem civarında yaptırılan binaya taşınmışı. Okulun başına Tarkumyan Efendi getirilmiş, yetiştirilen öğrenciler ve Pastör usulü tohumlarla nesilleri ıslah edilmiş, bu yıllara kadar süregelmişlerdi. Okul 1930’da İpek Böcekçiliği (ipekçilik) Enstitüsü adını almıştı. Ama tohum bunları bilemezdi ki, kitaplardaki adının “Bomby Mori” olduğunu da...
Baharda tohumlar satışa çıkarıldılar. Yalnız Bursa’da değil Bilecik, Balıkesir, Trakya, Ege’deki bütün köylere Bursa’da hemen her eve dağıldılar, kalaylı kaplarda evin serin bir köşesinde havaların ısınmasını beklemeye başladılar. Yaşama göz açmaları için sıcaklığın +15 dereceyi bulması ve en önemlisi tek gıdaları olan dut yapraklarının filizlenmesi gerekiyordu. Bursa’da tohum açımı Hıdrellezde başlardı. O gece evin genç gelini kutuyu açtı. Tülbent torbayı çakıl taşları döşeli avluda, çeşmenin yanındaki gülfidanına bağladı. Tohum bütün geceyi yanına asılan içine gümüş para konulmuş kırmızı kadife kese, fidan dibinde toprak küpteki niyet pusulaları ile yarenlik ederek geçirdi. Sabah daha güneş doğmadan, hıdrellez töreleri başlamadan evin en küçük kızı aldı onu ve sabah namazından sonra, beyaz örtüsünü başından çıkarmamış Büyük Hanıma sundu. O da bereket duaları ve Besmele ile iki göğsünün arasına yerleştirdi.   Birkaç günü bu sıcak ve yumuşak mekânda geçirdi Tohum ağardı, “baş verdi”.  Ertesi sabah önde Büyükhanım, evin gelinleri, kızları Tohum’un özel odasına yöneldiler yine dualarla. Üzerine çarşaf yayılmış kalaylı tepsiye yaydılar tohumları ve kerevete yerleştirdiler.  Oda daha 15 gün evvelinden hazırlanmıştı. Temizlenmiş, acı biber yakılarak tütsülenmiş, nisan yağmurunda iyice ıslatılan kerevetler kurutulup yerleştirilmiş, perdeler kapatılmış, odayı bir ay süre ile sıcak tutacak “İpek Sobası” kurulmuştu. Nazardan korunmak için ev kadınlarına dikiş dikme ve iğne tutma, “Pancar Kesti” hastalığından sakınmak için de eve pancar girmesi yasaklanmıştı. Aynı günlerde “Böceklik” denilen iki üç katlı çok odalı, her odası kerevetli yerlerde de “Tohum Dökme” işi başladı.
On altı gün odanın sıcaklığı önce  +15 derecede, sonraları yavaş yavaş yükseltilerek +24 dereceye kadar çıkartıldı, duvarlara asılan ıslak bezlerle nem ayarlanmaya çalışıldı.  İşte o zaman tohumlar çatlamaya içinden 3 mm. boyunda, kara tüylü kurtçuklar yaşama “merhaba” demeye başladılar. Evin kadınlarının merak ve coşku ile bekledikleri gündü bu. Birkaç gün her sabah bu kurtçukları bir kanaviçe yardımı ile çatlamamış yumurtalardan ayırıp kerevete aktarmaya başladılar ve zamana karşı, daha meşakkatli, daha yorucu günler başladı hane halkı için...
BÖCEK: Böcek içgüdüsel olarak incecik kıyılıp üzerine serpiştirilmiş taze dut yapraklarına yöneldi ve boyundan beklenilmeyen bir hızla kemirmeye başladı lezzetli yeşilleri.
Erkekler sabah erkenden başlayıp gün boyu dutluklara ya da “Yaprak Pazarına” sefer eder oldular.  At, eşek yüküyle, arabalarla, sırtta taşıdıkları dut dalları ile yorgun düşüyorlardı. Her parti ile birlikte mutlaka bir ısırgan dalı getiriliyor ve sokak kapısı önüne yığılarak böcekler kem gözlerden korunmaya çalışılıyordu. Böceklerin nazardan başka düşmanları da vardı.  Karınca şerrinden korunmak için Büyük Hanım Piremir’deki Karınca Deresi’ne gidiyor, üzerine “Miyane Helvası” sürülmüş bir dilim ekmeği karıncaların pîrine ikram olarak sunuyor ya da sıçan şerrinden sakınmak için Sıçan Ağzı Bağlayan ocak evlerde dut dalından yapılmış “Şımal” denilen muskayı okutup böcek odasına asıyordu.
Böcekler şaşırtıcı bir hızla tırtıl oluyor, büyüyor izah edilemez iştahla tüketiyordu; hanımların gün boyu önceleri küçük daha sonra gittikçe daha iri kıydıkları dut yapraklarını. Bazı yıllar havalar uygun gitmiyor, dutluklar yaprak yetiştiremez oluyordu. Yaprak Pazarında fiyatlar hızla artıyor, paralar yetmiyordu. O zaman istemeyerek mahalle aralarındaki dut yapraklarından takviye yapılıyordu. Bu büyük risk demekti, onlar meyve veren Dişi dut idiler. Bunları yiyen böcekler “Çipez” (sakat, lekeli) koza yapardı, oysa Piremir'de, Yeni Mahalle'de, ovanın her yerinde, köylerde, bahçelerde böcek için yetiştirilenler, meyve vermez Erkek dut idiler. Bu belki de dut meyvesini korumak için söylenmiş bir beyaz yalandı
Erkeklerin yaprak taşımaktan, kadınların yaprak kıymak, günde dört öğün yemlemek, soba yakmak, ikinci yaştan sonra böcek pisliklerini süzmek için, kerevetlere dut dallarından Cenp denilen ızgaraları dizmek, her gün bunların alını temizlemek, dördüncü yaşta kalın dut dallarından “Küne” denilen bir döşek hazırlamaktan takatleri kalmıyordu. Hele yaprak almak için bilezikler küpeler rehine verilmişse...   Erkekler yorgunluk, yaprak yetiştirememe, borçlanma dışında karıları tarafından ihmale uğramanın etkisi ile bu işe girmenin pişmanlığını yaşıyordu her yıl yeniden.
Aldı Kadın:    Bir kutu böcek, düşünmedim ne yiyecek?
               Sandım komşular yardım edecek.
               Aman böcek tez sar ipeği,
       Kulağımdan sattırma tek küpeyi.
Aldı Erkek:    Muradiye’den Tatarlar’a koşarım.
       Çuha şalvarıma fısır fısır işerim.
               Karı, seni böcek sonu boşarım.
       Aman tellâl durma gezdir ipeği,
       Rehineden çıkarayım elmas küpeyi.
Tırtıl birinci haftanın sonunda kendini bir yere bağladı, yem yemez oldu, uykuya yattı.  30 saat hiç kımıldamadan durdu öyle. Uyandığında deri değiştirmiş, boyu daha uzamış, rengi biraz daha açılmış, bedenin on iki boğumu, otuz iki ayağı rahatlıkla sayılan bir tırtıl olmuştu. Aynı olayı 8-10 günlük aralarla dört defa daha tekrarladı; her seferinde boyu daha uzayıp, 8 santime ulaşarak, rengi daha açılarak ve daha oburlaşarak. Böylece dördüncü yaşına ( Büyük Aladı) girdi.  O zaman kol kalınlığında dut dalları (Kollama) ile beslenmeye başladı. Tek paket açmış evlerden bile on binlerce tırtılın yaprak kemirmesinden çıkan hışırtı sokak aralarını doldurur oldu. Son bir hafta-on gün de böyle geçti. Arada “Baygınlık hastalığına” yakalanmaması için Büyük Hanım ayran çanağına Yasin okuyup üzerlerine serpti.
Sonra bir gün yemeği kesiverdi tırtıl. Başını yukarılara kaldırıp bir şeyler arar gibi bakınmaya, sallanmaya başladı.  “Askı zamanı gelmişti.”  Ev halkı büyük bir sevinçle önceden hazırladıkları Meşe, Katır Kuyruğu, Hardal Fundası dallarını sapları aşağıda, dalları yukarı kerevetlere yerleştirdiler. Böcek (Tırtıl) hemen bu dallara tırmandı, kendine bir yer seçti, ağzından salgıladığı yapışkan sıvı ile dala yapıştı, “Kılavuz verdi”.
Üç gün içinde bütün tırtıllar bu dallarda salkım saçak, ağızlarından hemen donan, incecik ipliklerini çıkarıp kendi üzerlerine sarmaya başladılar. Kuru dallar parmak kalınlığında, 3 santim boyunda, tombul, bembeyaz, aralarda nadiren sarı kozalarla donandılar, bol çiçek açmış Kartopu ağacına dönüştüler.
KOZA: Büyük           Hanım etli pilav pişirdi, hoşaf ıslattı, özellikle Koza Yolum Helvası (Gazi Helvası) yaptı bu günü kutlamak için. Eltiler, akrabalar, komşular çağrıldı Koza Yolum Düğününe. Çalgılar çalındı, türküler söylendi, çengiler geldi. Bütün gençler imece ile Koza yolumuna koyuldular. Kınalı eller askıdaki kozaları teker teker topladı, derledi, selelere doldurdu. Fazla örselemeden ve sıkmadan. Çipezler farklı sepetlere ayrıldılar. Sevinç ve mutlulukla 40 günün yorgunluğu, meşakkati unutuldu. Alışveriş listeleri yapılmaya başlandı. Zira teamül gereği kozadan gelecek para kadınlara aitti. Diledikleri gibi altınlar, takılar, kumaşlar, çeyizlikler alımı için...
Ertesi sabah doğup geliştiği mekândan ayrıldı koza. Küfeler, sepetler, bohçalar içinde kucakta, hayvan sırtında, kaptıkaçtı, otobüs, kamyon kasalarında bir sel oldu, Koza Han’a aktı. Hanın Arnavut kaldırımı avlusu doldu, kapı önü, Ticaret Odası aralığı, Kapalı Çarşının ortalarına kadar sıra sıra dizildi Beyaz Altın’lar.  Borsa açıldı. İlk gelen kozaya sembolik, çok yüksek bir bedel ödedi Borsa. Vali, Kooperatif Başkanı nutuklar söyledi, alkışlar yayıldı etrafa. Simsarlar, eksperler avuç avuç yokladılar, fiyat biçtiler,  pazarlıklar bağlandı, eller sıkıldı.
Bayraklarla süslenmiş, Koza Han’da alıcı firmalar çadır bezinden koca koca tenteler germişti dükkânlarının önüne, yeşermiş çınarların kesemediği, sıcak haziran güneşinden korunmak için. Altında kantarlar, kantar başında bu kısa dönem için ek iş edinmiş kantarcı, yazıcı, kâtip gençler. Gerilmiş bez levhalar;  Hacı Resul, İpeker, Yılmazipek, Sait Ete, Fahri Batıca, Hüsnü Aydın, Halil Celbiş ve tabii Kooperatif.   
Handa mahşerî bir kalabalık; beyaz ipek gömlekli patronlar, alım görevlileri, eşleri beraberlerinde satıcılar, seyyar arabalarında börekçi, kelleci, pilavcı, tatlıcı, su muhallebici, dondurmacı, süslü, parıltılı sırt güğümleri ile şerbetçiler, ayrancılar. Sırt hamalları, Kızılay kolluklu, eli sepetli çocuklar, koltuğunun altında deri çantaları ile Tezkere Kırıcıları, pazarı seyre gelenler, köylü amcalardan birkaç tane koza isteyen küçük çocuklar ve handan başlayıp dalga dalga bütün şehre yayılan koza kokusu...
Alıcı firmaların kâtibi parayı hesaplar, bir belge verirdi üreticinin eline. Bu belge ile öğlenden sonra, bazen ertesi gün yazıhaneden parasını tahsil için.  Beklemek istemeyen, köyüne erken dönmek isteyen üreticiler % 1-2 komisyon karşılığı Tezkere Kırıcı gençten parasını alır, çarşıya yönelirdi. Genellikle lise öğrencisi genç de bu dönem için babasından ödünç alığı sermaye ile ödemeyi yapar sonradan firmadan geri alırdı parasını. 15-20 günlük sezonda iyi paralar kazanılırdı. Gönüllü veya ücretli gençler Kızılay’ca görevlendirilir, sakat kozaları,  bu arada üreticilerden Amca Kızılay’a bir avuç”    sloganı ile bağış toplarlardı. Bu kozalar akşam saatinde firmalarca paraya çevrilir, toplanan para Kızılay’a yatırılırdı. 
Satın alınan kozalar gün boyu yüksek, üzerleri bezlerle takviye edilerek daha da yükseltilmiş, küfelerle at sırtında veya at arabaları, kamyonetlerle şehrin üst mahallelerine taşınırdı. Fabrikalar hep yukarı mahallelerde idiler eskiden beri.  Sokaklarda düşmüş, ezilmiş koza kalıntılarına rastlanırdı. Her kesimin eline bol para geçer, çarşılara bereket yağardı.  Evlerde küçük çocuklar birkaç gün koza ile oynar, çıkan kelebekleri ilgi ile seyir ederler, daha büyükler maharetle kestikleri kozalardan papatyalar, çiçekler yapar, siyah kadife üzerine aplike derlerdi. Daha hünerliler ise sarı kozalardan sevimli civcivler...
Daha 15 gün ömrü vardı Kozanın. Salgıladığı bir sıvı ile kendi yaptığı evini delecek sevimli bir kelebek olarak yeniden doğacaktı dünyaya. Çiftleşecek, yumurtalarını bırakacak ve ölecekti, eğer insanlar izin verse idi... Âdemoğlu daha Milâttan önce Mısır’da keşif etmişti onun sağlam, sağlıklı ama elde edilmesi büyük emek isteyen incecik ipliğini. Asırlar boyu varlıklı, soylu hanımlara, beylere libas oldu, itibar getirdi...
Koza bir kamyonete yüklenip Koza Birlik’in tesislerine yol aldı. Koza Birlik en büyük alıcı idi.  Hem küçük üreticiyi korumak hem Devletin Muamele Vergisinin kontrolünü sağlamak için İktisat Bakanı Celâl Bayar’ın fikirleri ile 1940 yılında kurulmuş ve başına yine Bursalı bir bürokrat Sabri Pozam getirilmişti yönetici olarak. Şimdi de İdare Meclisi Başkanlığını yapıyordu, çok verimli hale getirmişti kuruluşu.
Kozayı kömür alevinin ısıttığı 80-90 derecelik kuru havanın dolaştığı fırına attılar. Çığlıklarla kavrulup öldü, yaşamasına, kozasını delip çıkmasına izin vermediler. Yoksa 450- 1500 metre uzunluğundaki incecik ipeği parçalanır hiçbir işe yaramazdı. Kozaklık haline getirilmiş eski konaklarda ranzalar üstünde depoladılar. Orada bekleyecek, ipek olacaktı...
İPEK: Bir gün Kozayı “Mancınık” (ilkel Flâtür tesisi) bölümüne aldılar beklediği depodan. Önce kaynar su dolu kazanlarda çalı süpürgesi ile çırptılar, vurdular, üzerini saran lifler gevşedi, “uç verdi”.  Sonra büyük kepçelerle 90 derece sıcak su dolu bakır tekneye geçirdiler. İki ayrı tekneden yine çalı süpürge yardımı ile yakalanan belirli sayıda uç eşlenip dönmekte olan çıkrığın ucuna bağlandı. Üzerindeki yapışkan Seresin maddesi yumuşadı. İplikler kat kat çözülüp ayrıldıkça teknedeki kozalar adeta raks edercesine zıplayıp, oynayıp tükendiler, geride yalnız ölü kelebek artıkları kaldı.
Çıkrıktan çıkan “Ham İpekler” sabunlu sularla yıkandı, seresin tabakalarından ayrıldı “İpek” oldular; gösterişli, yumuşak, parlak, sağlam, basınca dayanıklı, güzel boya kabul eden o muhteşem iplik... 4600 yıl önce Çin’den yola çıkıp 16-20 YY. ’larda İtalya ve Fransa’da, ardından Türkiye’de, özellikle Bursa’da saltanat süren, tüm ipliklerin sultanı... Asırlar boyu kervan sırtlarında Çin’den başlayıp Hindistan, Taşkent, Bağdat, Şam’ı kat ederek İstanbul’a oradan Avrupa’ya ulaşan ipek şimdi Bursa’da dokunup kısacık yoldan ulaşacaktı İstanbul’a. Her şey değişmiş adını verdiği İpekyolu tarihin derinliklerinde yitip gitmişti... 
Sakat, delik, “çipez” kozalardan ve uç bulunurken çıkan kopuk, kalın parçalar bir arada bükülüp “Kamçı Başı İpek” oldu. Daha ucuz kumaşlarda tüketilmek üzere.  Ayrı ayrı yeniden çilelenip paket haline getirildiler ve raflarda kısmetlerini beklemeye terk edildiler. 
Bahtlarına ne çıkacaktı?  “Devdah’larda” bükülüp ibrişim olmak mı, bir dokuma fabrikasına gidip Bursa işi ipekli ya da emprime olmak mı?  Bir hanım bedeninde çamaşır,  başında örtü veya bir beyefendiye ipek gömlek, bir pilotun hayatını kurtaracak paraşüt. Belki de yine ilmek ilmek, sabır sabır dokunup seccade olacaktı,  kınalı ellerde.
Devran hiç durmazdı ki; bir kez daha döndü. “İpekböceği” tramvay olarak düştü Bursa caddelerine.  Bakarsınız bir gün koza katarları geçer sokaklardan. Takalar tokat vurur, mekikler ipek masuralarını taşırlar karınlarında bir ileri, bir geri.
Anneler tafta kurdeleli kızlarına  “İpek” diye seslenirler pencerelerden.
Neden olmasın? “İntikamın sermayesi ömürdür.”





                                                                                             



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...