28 Mayıs 2018 Pazartesi

TAVUK




Geçtiğimiz hafta, (24 Mayıs 2018 ) bir gazete haberine göre; Beyaz ette kriz! Üretim yüzde 80 azaldı… Tesislerde 20 günlük tavuk kaldı. Türkiye'nin beyaz et üretiminin yüzde 75’inin karşılandığı Sakarya, Düzce, Bolu, Kocaeli ve Bilecik’teki entegre tesisler, yeni yönetmeliği imzalamayınca üretim 10 gün içinde yüzde 80 azaldı. Böylece tesislerde ortalama 20 günlük tavuğun kaldığı, fiyatların 20 gün içinde 2 katına çıkabileceği belirtildi.”
Ya benim kuşağımın çocukluğunda?
Genelde evler bahçeliydi. Her evin bahçesinde bir kümes olurdu. Sabahları dört yönden gelen horoz sesleri ile uyanırdık. Öğlen vaktinin baskılı sessizliğini tek delen yine horoz ötüşleri olurdu.
Gelişimin yok ettiği bu peyzaj şimdi yalnız köyler ve varoşlarda kaldı. Çünkü tavuğu marketten alıyoruz.
O zamanlar mı? İhtiyaç olduğunda bahçeden, genellikle yumurtadan kesilmiş bir tavuk yakalanır, kesilirdi.  Tavuğu kesmek evin erkeğinin veya yeni yetişen oğlan çocuğunun görevi idi. Bu imkanı olmayanlar; komşudan, mahalle bakkalından ya da mahalledeki subayların emir erlerinden talep ederdi bu yardımı.  Subayların ev hizmetlerine yardım için emir erleri vardı. Çok zaman evin içinde değil kapı önlerinde bekletilen bu servisi 1960 ihtilal hükumeti, yerine aylık bir tazminat koyarak, kaldırdı.
“Tavuk bile kesemez” deyimi o dönemlerden kalmıştır, söylemlerimizde. Ben onlardandım. Ama mahalle bakkalımızın iki kanadını bir ayağının, bacaklarını diğer ayağının altına alıp bir hamlede kafasını boynundan yarıya kadar kesiği tavuğu ayaklarından tutup baş aşağı eve kadar çok taşımışımdır. Ardım sıra kan damlaları bırakarak.
Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıp kendimiz üretirdik.  Anasının ardında gezinen sarı, sevimli civcivler ve bunları kedilerden korumak çocukluk günlerinin renkli anılarıdır. Kesilen tavuğun karnından çıkan henüz kabuklanmakta olanlarından nohut büyüklüğünde sarıları oluşmuş onlarca yumurta da… Günlük taze yumurtayı sıcak sıcak tüketirdik. Yemek artıklarının çöpe dökülmediği, ekmek kırıklarının fosseptiklere kaçmasının günah sayıldığı dönemlerdi. Bu temizliği tavuklar üstlenirdi. Şayet evde kesilecek tavuk yok da pazardan almak gerekirse iki üç gün kendi bahçemizde yemlerdik. Geldiği köyde hayvan dışkısı yemişse “bağırsakları temizlensin” diye. 
Bahçeleri ve kümesleri olmayanlar pazar yerlerinden satın aldıkları tavukları keserlerdi. Büyük illerde tavuk pazarları veya tavukçu dükkânları olurdu. Önleri kafesli raflarda yüzlerce tavuktan bir tanesini seçerdiniz. Dükkânın perde ile bölümlü arka kısmında hemen kesilir, sıcak su ile yolunup teslim edilirdi. Bursa’da Balık Pazarının aralığındaki tavukçu dükkânları yakın zamana kadar mevcudiyetlerini korudular.
Köylü hanları olurdu. Köylerden at arabaları veya binek hayvanları ile kasaba veya kente gelen köylüler hayvanlarını bu hanlarda bırakır günlük işlerini görmek için çarşı ve resmi dairelere dağılırlardı. Han avlusunda her zaman at ve eşek dışkıları bulunur, bunlar arasında onlarca tavuk eşelenirdi. Bursa’da, Tahtakale, Cumhuriyet Caddesi ve Yeniyol üzerindeki bu hanlardan hiç kalmadı. Sadece, asalak yaşayanlar için kullanılan bir deyim kaldı o günlerden; “Hancı tavuğu gibi yolcu b.ku ile geçiniyor.”   
1956 yılı idi. Kutsi Beğdeş isimli (Dünya güzelimiz Günseli Başar’la evlenmişti) bir iş adamının büyüklerimle olan sohbetinden bir bölüm hatırlıyorum. Avrupa’da tavuk kombinaları gördüğünü Bursa’da bunu hayata geçirmek istediğini, her gün kuluçka makinelerinden 1000 civciv çıkarıp bir süre sonra her gün kesime 1000 tavuk sokacağını anlatıyordu. Her gün paketlenmiş 1000 tavuğun İstanbul'a rahatlıkla sevk edilebileceğini, sakatat ve atıkların öğütülerek tavuk yemine karıştırma olanaklarından bahis ediyordu. Tek sorununu bir süre için her gün 1000 taze yumurta temin edememekdi. O projesi sırf bu nedenle gerçekleşemedi o yıllar Bursa'sında bile.

Günümüz tavukçuluk pazarına bakıyorum. 2017 yılı verilerine göre;
Beyaz et sektörünün yıllık cirosu 5 milyar dolar.75 ülkeye ihracat yapılıyor.
15 bin kayıtlı kümes var. 2.4 milyon kişi bu sektörden geçimini sağlıyor.
2 milyar 220 milyon ton piliç eti, 54 bin ton hindi eti olmak üzere 2,4 milyon ton beyaz et üretimi yapılmış.
18 milyar 97 milyon 605 bin yumurta üretilmiş. 
Bir başka açıdan ise; bırakınız marketleri köy bakkallarına bile soğuk zincirle ulaştırılmış paketlenmiş tavuk ürünlerine. Toprakta eşelenme şansına hiç sahip olamamış, annesi makine, yediklerinden kaynaklanan, eti balık kokulu, hormonlu olma olasılığı da bulunan tavuklara bakıyorum. Uzun bacaklı, biraz geç pişen, doğal tadı hâlâ damağımdaki çocuklumun tavuğunu özlüyorum.
Ama yok, o da yoklar ve hiç olmayacaklar arasında...





22 Mayıs 2018 Salı

ZEMBİL


 

Naylon ve plastik yaşantımıza 1950’li yıllarda girdi. Kore’den dönen komşumuz yüzbaşının bana hediye ettiği naylon torba ile okulda büyük sükse yapmıştım. Kimsede böyle bir şey yoktu. Art arda geliştirilen, düşük maliyet getiren sentetik reçineler doğal materyallerin yerine hızla oturdular. Taş, demir, teneke, tahta, deri, yün, ipek, cam eşyalar yerini sentetiklere bırakırken bazı objeler zamanın acımasız kimyası içeresinde yok oldular. Bunları imal eden zanaatkârları da tarihin derinliklerine gömerek...
Yok olan objelerden biri de Zembil. Hasırdan örülmüş altı dar, üste doğru genişleyen, kulplu bir taşıma aracıydı. Naylon pazar sepetlerinden önce evlere yiyecek erzakı hep bu zembiller taşıdılar çarşı ve pazarlardan.
1950’li yıllarda Bursa Belediye Otobüslerine sepet alınmazdı.  Niçin mi? “Sepetler hanımların çoraplarını kaçırıyor.”  Genç kardeşlerim belki inanmayacak ama o zamanlar hanımlar etek ve altına önceleri ipek, daha sonraları naylon çorap giyerlerdi. Pantolonlu hanım olmazdı. İşte o zaman zembil pratik bir çözümdü, sepetin yerini almak için.  Zaten kentin en uzak yerleşimi Çekirge’ye sepeti ile gitmek zorunda olanlar 1958 Çarşı yangınından evvel Timurtaş Paşa türbesinin karşısındaki odun depolarının bulunduğu boş alanın önünde duran iki tane Opel marka (sanırım 1946 model idiler) dolmuş arabasına yönelmek zorunda idiler. Diğer semtler zaten yürüme mesafesindeydi. 1950 sonrası Bulgaristan göçmenleri için yapılan Hürriyet ve İstiklal mahallelerine özel otobüs işletmelerinin araçları sağlardı ulaşımı. Bir süre Yıldırım’a da özel bir firmanın çalıştığını anımsıyorum. BOİ ‘ne ait sanırım sekiz adet Bussing marka otobüs yeterdi nüfusu henüz yüz bin civarında olan kente. Bu arada ülkemizdeki ilk yasal grevin de (7 Kasım 1963) BOİ’de yapıldığını anımsıyorum. Askeri birliklerin ve Merinos’un servis otobüsleri ulaşıma yardımcı olmuş, esasen dolmuş yaşantımıza yerleşmişti, bir sıkıntı yaşamamıştık. Ana durak önünde üzerleri “grev gözcüsü” yazılı gömlekleri ile dolaşan personelin neyi gözlediklerini de hiç anlayamamıştık.
Kent içi ulaşımda dolmuş ile 1961 yılında Santral Garajın açılışı ile tanıştık. Tabii 1956-57 model Amerikan yapımı arabalarla ki onlarla daha evvelinden Yalova’ya ve Mudanya’ya vapura gidişler için tanışırdık… Atatürk Caddesindeki taksi yazıhaneleri çığırtkanlarının “Yalova’ya vapura Mudanya’ya denize danya, danya, danya…” çağrıları hâlâ kulaklarımda.
Yağlı güreş pehlivanlarının kispetleri hep zembil içinde yolculuk ettiler meydandan meydana. Hava geçiren dokusu ile yağlı meşin kıyafetleri kokuşturmadan.
Üzerine deri kaplanarak daha dayanıklı hale getirilen zembiller yıllar boyu hizmet verirdi. Yapı ustaları takımlarını böyle zembil içinde taşırlardı genellikle.            
Tamir ve bakım gerektiren eski ahşap yapılara zembilleri ile yerleşen bu ustaların işleri uzar da uzardı. Bir yeri onarmak için vurulan keser darbesi başka bir yerden döküntü verir, oraya yöneliş yeni onarımlara gereksinim doğururdu. Evinde böyle uzayan tamirattan bıkan bir Kadı, Kadılık odasının duvarına bir usta zembili asmış. Şahitlik için gelenlere duvardaki zembil üstüne yemin ettirir, yalan söylenmesi halinde “evine usta zembili girmesi” bedduasında bulunurmuş.
Yaya yolculuğa çıkanlar, bağ ve bahçelerinde çalışmaya gidenler nevalelerini zembil içinde taşırlardı. Kulplarını bir değnek ucuna asarak omuzda taşıma kolaylığı yanında molalarda veya arazi çalışmalarında bir ağaç dalına takılır, doğal maddeden gözenekli yapısı ile içindeki yiyecekleri bozulmadan muhafaza ederdi.
Zembilli Ali Efendi, bu sıfatı ile Osmanlı tarihinde yer almış kişilerden birisidir. II. Bayezit ve Yavuz Sultan Selim’e Şeyhülislâmlık (1502)  etmiştir. Hak severliği ve sükûneti ile hükümdarı da etkiyen bu kişi evinin penceresinden aşağı bir zembil sarkıtır, müşkülü olanlar sorununu bir pusulaya yazıp bu zembile bırakırlar o da ertesi günü cevabı yine bir pusula ile bu zembil içeresine koyarak verirmiş.  
Zembil tarih kadar eskidir. Her mesleğin bir piri olduğunu kabul eden Ahilik inanışına göre;  Zembilcilerin piri Hz. Süleyman’dır. Geçimini zembil örerek ve satarak temin edermiş. 
Bir efsaneye göre; Silvan’da kale burcunda yaşayan ve geçimini zembil satarak sağlayan bir adam varmış. Hükümdarın karısı sokakta gördüğü bu erkek güzeli zembilciye âşık olur. Sarayına çağırıp bütün zembillerini satın alır, aşkını ifade eder kendisi ile birlikte olmasını ister. Zembilci evli olduğu gerekçesi ile reddeder, bu teklifi. Hükümdarın karısı zembilcinin evini bulur, eşine büyük ihsanlarda bulunarak bir gece için yerine geçmeye razı eder, elbiselerini giyerek yatağa girer. Gece eve gelen zembilci davranışlarından, yataktakinin karısı olmadığını anlayınca dışarı fırlar, hükümdarın azgın (!) karısı da arkasında. Kurtuluş olmadığını anlayan adam kalenin bir burcundan kendini atarak paramparça olur, âşık kadın da peşinden atar kendini. O günden bu yana bu burç Zembilfüroş; (Zembil satan) diye anılmaktadır.     
Karagöz oyununda bir Ermeni tipi olan Ayvaz mutlaka sırtında bir zembil ile şekillendirilir.
Klasik Yunan tragedyasında oyunun sonu karmaşaya dönüşür ve çözümsüzlük mertebesine ulaşılır... İşte o esnada sahne göğünden zembil içinde tanrı iner. Bu çözüm tanrısıdır ve o tragedyayı çözer. Bundan kaynaklanarak söylemlerimize “GÖKTEN ZEMBİLLE İNDİ” deyimi yerleşmiştir.
Ama artık o ne gökyüzünde kaldı ne de yeryüzünde...   




19 Mayıs 2018 Cumartesi

19 MAYIS



                                                           19 MAYIS 1957 BURSA
  
(Bu yazım 18/09/2017 tarihinde yayımlanmıştı. Günün mana ve ehemmiyetine binaen yeniden koyuyorum. Bayramınız kutlu olsun.)
Milli bayramlarımızın iptali olayı ile ilk kez 1960 yılı 19 Mayısında karşılaştık.

O yıl 23 Nisan törenlerinde rahmetli İsmet İnönü’ye törenlerde coşkun tezahürat yapılmıştı, hipodromdaki gösteride.  Kısa süre sonra 555K (gençliğin 5. Ayın, 5. Günü, saat5’de Kızılay’da buluşalım parolası ile tertiplediği toplantı.) olayı ile iktidar partisi yöneticileri aleyhte tezahürata muhatap oldu. Hükümet iki hafta sonraki 19 Mayıs töreninden ve bu törende yine İsmet Paşa’ya yapılabilecek sevgi gösterilerinden ürkerek 19 Mayıs Gençlik Bayramı törenini iptal etti.

O akşam Meclis Başkanı Refik Koraltan İçtiği iki kadeh rakıda Atatürk’ü hatırlar.

“ Yahu bugün 19 Mayıs Mustafa Kemal Samsun’a çıkmıştı. Onu bir ziyaret etmem gerekli.”

Kendisi Milli Mücadele yıllarında Konya’da Kuvva-i milliye bünyesinde çalışmış, Birinci Dönem ve ardından uzun süre Millet Vekilliği yapmış, Atatürk’le yakın çalışma içeresinde bulunmuş ve 1950ı yılında DP’nin dört kurucusundan biri olmuş bir politikacıdır. Narsist (kendini büyük görme hastalığı) karakteri ile tanınır.

Ankara’da sıkıyönetim vardır. Komutanlığa telefon eder, Anıtkabir’i ziyaret arzusunu bildirir ve gider. Lahittin karşısında şapkasını çıkartır, selam durur.

Sonrasını bir sütunun arkasındaki teğmen naklediyor.

Yüksek sesle;

 “ Karşında Koraltan duruyor, Atam, bak.

Hậlậ o eğilmez başı dimdiktir efendim.

Bir ses ver şanlı adından Atam, sana geldim.”

Bir ses duyulur kubbeden;

“Hassiktir efendim.”


Rahmetli Atatürk nazik insandı. Sağlığında bu ifadeyi  “efendim” siz kullanmazmış. 


15 Mayıs 2018 Salı

RAMAZAN


 

Yarın ramazan ayına giriyoruz. Eskiden Ramazan ayının gelişi ile gazetelerde özellikle en yaşlı köşe yazarlarının bu ay hakkında bir şeyler yazması teamüldü. Günümüzde bırakınız gazeteleri onlarca TV programlarında gerekli yayın ve bilgi verilmekte. Ama yaşlı ve eski bir köşe yazarı olarak bu alışkanlığımdan vaz geçemedim.
Ramazan ay takvimine göre en kutsal sayılan üç aylardan, Recep ve Şaban’dan sonuncusudur ki ardından Şevval (bayram) ayı girer. Bayram ayının ilk gününden başlayan üç gün İslam âleminin iki kutsal, dinî bayramlarından birisidir. Son yıllarda adının Ramazan mı, Şeker mi Bayramı olduğu tartışılsa da gerçek adı FITR Bayramıdır. Fıtr Arapça yaradılış, vücut benzeri anlamlar taşır ve ramazanı tamamlayıp, bayrama ulaşmanın bir cemilesi olarak bayram sabahına kadar yoksulları sevindirmek ve son ihtiyaçlarına çözüm olmak için konulmuş bir sadakadır. Vücut ve sağlık anlamında Sadaka-i Fıtır (fitre) şeklinde söylenilmektedir dilimizde.   
 Bu ay Yüce Kitabımıza göre; sevapların en bol dağıtıldığı. Günah ve hataların en cömertçe af edildiği, ikram, ihsận ve yardımların çokça yapılmasının, harậb gönüllerin alınmasına her zamankinden fazla dikkat edilmesinin, ibadet ve dini teamüle en çok uyulmasının tavsiye edildiği bir aydır.  Sağlığı yerinde olup arzu edenler oruca niyetlenirler.  Bütün okurlarımın ramazanlarını tebrik eder, bu bereket ve gufran ayının ülkemize hayırlar getirmesini temenni ederim.

Cümlemizin malûmudur ki; şartları uyanlar için bu ayda oruç tutulması İslâm’ın farzlarından birisidir. Oruç bedeni bir ibadettir ve gizlidir.  İslâm’ın öbür farzları yerine getirilirken üçüncü kişiler tarafından görülebilir, bilinebilir. Ama kişinin gerçekten oruçlu olup olmadığı sadece kul ile Allah arasındaki bir eylemdir. “Oruçluyum” demek, oruçlu görünmek yetmez. Oruç tutmayan kişilerin ramazana ve oruçlulara saygı göstererek aleni yiyip içmekten sakınmaları bir Türk-İslâm geleneği olarak yerleşmiştir toplumumuza. Yakın zamana kadar ülkemizdeki Gayrimüslim azınlıklar da bu geleneğe uyar, oruçlu komşularına karşı saygılı olmaya büyük özen gösterirlerdi. Ne yazıktır ki bugün bu hassasiyeti gösteren Müslümanlar bile çok azalmış durumda.
Açlık bir yana çay, kahve, özellikle sigara tiryakileri için bu hassasiyet çok önemlidir. Periyodik nikotin açlığı, tiryakileri bilhassa iftara yakın saatlerde sinirli ve tahammülsüz yapar. Edebiyatımız, bu insanlara ramazanda yapılan şakalar, bunlarla ilgili nükteler yönünden çok zengindir. Bir elinde sigara bir elinde çakmak sabırsızlıkla iftarı bekleyen ya da imsakın son salisesine kadar dumanı çeken tipler hepimizin çevresinde vardır.
Günümüzde kullanımı kalmayan bir diğer tiryakilik de afyon’dur. Cumhuriyetle beraber afyon sakızının tekelleştirilmesi,  izinsiz ekim, satımı ve bulundurulması ağır cezaları içeren bir yasak oluncaya kadar afyon kullanımı yaygındı. Mercimek tanesi kadar bir parça afyon sakızını yutan tiryakiler birkaç saat süre ile bunun sarhoşluğunu ve keyfini yaşarlarmış.  Tabiidir ki ramazan bu afyonkeşler de için sıkıntı ve kâbus dönemidir.
İşte bu tiryakiler; üç tane afyon parçacığının ilkini tek kat, ikincisini iki kat, üçüncüsünü de üç kat sigara kâğıtlarına sarıp,  imsak vakti hepsini birden yutarlarmış.  Dört beş saatlik bir süre sonra, mide asitlerinin etkisi ile önce tek kâğıt çözülür ve afyon açığa çıkınca keyif dönemi başlarmış. “Afyon patlayıncaya” kadar asabi ve gergin olan tiryaki de rahata erermiş. Ardından iki ve üç kat kâğıtların dörder, beşer saatlik aralarla açılması ile yasak saatler içinde afyon yutmadan, oruca devam için bulunmuş bir yol imiş bu. “Daha afyonu patlamadısöylemi buradan yerleşmiştir terminolojimize.
“Üçkâğıtçı” deyiminin de asıl kaynağı budur. Sonraları üç tane iskambil kâğıdı ile “Bul karoyu, al parayı”  şeklinde kumar oynatanlara yakıştırılmış, bu sıfat.
Günümüzde afyon tiryakileri yok. Tabii afyona endeksli üçkâğıtçılar da.  Ama üçkâğıt ve üçkâğıtçılar o kadar bol ki. Onlara bakınca eski, gerçek üçkâğıtçılar çok masum ve sevimli kalıyor. Allah cümlemizi ve ülkemizi yeni üçkâğıtçılardan korusun.
Ramazan ile ilgili nükteler ve fıkralar çok yoğundur. Özellikle Bektaşilere izafe edilenler bir o kadar da ince ve espri yüklüdür. “Ramazan nasıl gidiyor?” diye soran dostuna Bektaşi’nin cevabı yetmez mi; “Kafama göre bir hoca buldum çok iyi gidiyor.”
Adam böyle kafasına uyan bir ulemadan fikir sormuş;
“Bir dilber-i rậnậ olsa, bir de olsa ramazan, tarik-i dilber mi olurdun yoksa Terk-i ramazan?
Ve almış cevabını, ya da fetvasını;
“Fırsatı fevt etme zinhar,  sür safasın her demin. Çün, savmın olur kazası olmaz kazası dilberin!”
(Güzel, lậtif bir dilber olsa. Üstelik de ramazan ve oruç var,  güzele yoldaş mı olurdun, ramazanı mı terk ederdin?)
(Sakın fırsatı kaçırma her zamanın sefasını sür. Çünkü orucun kazası olur ama dilberin kazası olmaz!)
Hepinize hayırlı, bereketli ve kafanıza göre (!) ramazanlar diliyorum…


9 Mayıs 2018 Çarşamba

YAPRAKTAN ATLASA



Bir zamanlar Bursa denince ipek, ipek denince Bursa gelirdi akla. 
Önceleri az sayıdaki Türk tüccar ve sanayici dışında Azınlıklar ve genelde Ermenilerin elindeki üretim Osmanlı Sarayına, Avrupa’ya, hatta doğum yeri olan Çin’e bile giderdi bu kentten.  Muslinler, Sadakorlar, Ebâniler, Kemha, Şetâri, Kutni, Çatma, Kadife, Dibalar, Atlaslar.       Gün oldu devran döndü. Savaşlar gördü dünya, bir Kurtuluş Savaşı yaşandı, Azınlıklar ülkeyi terk ettiler, Cumhuriyet kuruldu. Üretim Türklerin eline geçti, tüm atölyeler ve fabrikalarıyla. Yeni fabrikatörler soyadı kanunu ile iyice özdeşleştiler ipekle.
İpek, İpeker, ipekel, İpekçi, İpekçioğlu, İpekçiler, Yılmazipek, Şenipek, İpekten, İpekman, İpekbüken, İpekçeken ve daha niceleri...    Bir şey daha oldu;  Her ipek fabrikatörünün bir kızı İpek adı taşır oldular.  Bursa’nın her mahallesinde tafta kurdeleli birkaç İpek.
Moda da değişime uğradı zamanla. Yeni dokumalar girdi, yeni kumaşlar çıktı pazara ve yeni isimler katıldı jargona; Birman, Mongol, Tafta, Ponje, Podanj, Lenjeri, Krepdöşin, Krepdamur...
Ama Atlas hep korudu asaletini ve saygınlığını. Alayların öperek teslim alıp, verdikleri kutsal sancak hep Atlas’tan dokundu günümüze değin. Osmanlının Sancak-ı şerif’i hep atlastı. İnebahtı yenilgisiyle 142 parça gemisini kaybeden kaptan-ı derya Uluç Ali Paşaya “ Bre paşa üzülme, Devlet-i ali Osman demirleri gümüşten, halatları ibrişimden, yelkenleri Atlastan yeni bir donanma yapar.” Deyivermişti, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa.          
Çok değil 25-30 yıl önce bir baktık ki; yeniden dönmüş devran: Hiç anlamadan dünya ekonomisi kaç kez yön değiştirmiş. Uluslararası rekabetin etkisiyle Bulgaristan’dan,  Uzak doğudan giren dokunmuş ipek kumaşlar bizde de pazarı ele geçirivermişler.
Sonra sentetik iplikler çıkı, üretimi zorlu, pahalı ipeğin yerini aldılar.  Bir zamanlar kaçak getirildiği dönemin intikamını alırcasına Uzak Doğu menşeli, Çin İpeği isimli, ince denye iplik ve kumaşlar bu kaybı hızlandırdılar.
Beyefendiler ipek gömlek giymez oldular; göğsünde ad ve soyadlarının baş harfleri işlemeli. Ama İtalyan yapımı kravatlar hep korudu saltanatını.
Derken, dutluklar kesildi, köyler, evler Böcek yapmaz oldular. Kerevetlerde İpek Böceği kalmadı. O, gayri sevimli hâli ve ismi ile Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nda Ferîde’ye Bursa’da takılan ad olarak yaşayacaktı kitaplarda.  Fabrikatörler artık kızlarına İpek adını koymaz oldu.
Tafta kurdeleli İpekler, İpek Hanım oldular bir süre sonra İpek Büyükhanım. Bir zamanlar adını taşıdıkları İpek; çocukluk, gençlik anılarında ve çeyiz sandıklarında kaldılar, sandık lekeli olarak. Bir de söylem kaldı yaşlı dudaklarda;
“Sabırla koruk helva, dut yaprağı Atlas olur.”
Koruğun pekmezden helvaya olan serüveni biryana gelin biz dut yaprağından Atlasa giden sabır yolunda bir yolculuğa çıkalım
YAPRAK: Takvimler “7 Martta ağaçlara su yürümeye başlar ” diye yazıyordu ve zaman 7 Mart günlerini sürüyordu. Bursa ovasının doğu yöresinde,  Kestel bölgesindeki geniş bahçede de cemrelerin düşüşü ile artık ılınmış topraktan su yürümeye başladı, dut ağaçlarına.  Önce köklerde, sonra gövdede ardından dallarda yaşam dürtüleriyle uyanma başladı.
O bir dut ağacıydı, Hasan Ağa’nın bahçesinde. Asıl vatanı Çin olan ama Akdeniz kuşağı ve ılıman ikime sahip tüm topraklarda yaşayabilen, Dutgiller (Moraceae) familyasından
 “Morus “cinsi, meyveden çok yaprak verimi için dikilmiş. Akrabaları akdutlar, karadutlar daha geniş gövdeli ve daha uzun boylu olsalar da o kısa boyu ile meyve vermez bol miktarda yaprak üretirdi.  Yuvarlak veya kalp biçimi, üstü koyu altı daha açık yeşil, sapından kenarı tırtıklı yüzeyine iki sıra dizilmiş damarlarıyla.
Nisan geçip mayıs geldiğinde önce uç dallardan başlayarak “gözverdi” ağaçlar sonra açık filizi renkli tomurcuklar göründüler ve hızla büyümeye başladılar. Doğanın onlara verdiği görev gereği Mayıs başlarında yaprak olmak zorundaydılar,  oldular da. Böcek açma mevsimi geliyordu, bir kutu böcek için (20.000 tohum) 750-800 kilo yaprak gerekecekti.   
Başka ülkelerde bir ilkbahar bir sonbaharda iki hasat yapılsa da ülkemizde tek hasat olarak ilkbahar benimsenmişti.
TOHUM: Kınalı eller, ölmüş, kurumuş, hiç uçamayan, pörsümüş kanatları yer yer dökülmüş kelebekleri teker teker toplayıp ayırdılar. Bu sıcak temmuz gününde muşamba kaplı kerevetler üzerinde sadece bir iki milimetre boyunda, küçücük bir mercimek tanesi gibi, sarı-kahve tohumlar kaldılar.  Tohumlar yumuşak fırçalarla toplanıp hassas terazilerde 25’er gramlık guruplara ayrıldılar.  Her bir guruptaki yaklaşık 30.000 kadardı.  Tülbent kesecikler içeresinde üstü delikli mukavva kutulara konulup özel dolaplarına sıralandılar; +2 derecede bütün bir seneyi geçirip gelecek mayıs ayında açılarak İpek olmak üzere.
Atalarının yaşadığı Çin’den bu topraklara gelişlerinden bu yana 15 asır geçmiş, artık adları Bursa ile birlikte anılır olmuştu. M.S. 550 yıllarında İmparator Jüstinyanus döneminde Nasturi Keşişleri tarafından bastonları içeresinde kaçırılarak getirilen bu tohumlar, iklimine uygun Marmara bölgesinde (Dünyada sadece 32-40 paralelleri arasındaki kuşakta yetişebilir) geliştirilip Akdeniz havzasına yayılmışlardı. Zaman zaman insanlar gibi, tohumlar da hastalıklara kırgınlara uğradılar. 1860’larda Fransa’da baş gösterip Bursa’ya kadar ulaşan Karataban hastalığı çok zarar vermişti soylarına.1888’de Şehreküstü mahallesinde Kazaz (ipekçi) Ahmet Muhtar Efendinin evi, kiralanarak açılan “Harir Dar-üt talimi” (İpekçilik Okulu)  daha sonra Setbaşı’ndaki Burduri Zade Osman Efendinin evine ardında da 1894 yılında Maksem civarında yaptırılan binaya taşınmışı. Okulun başına Tarkumyan Efendi getirilmiş, yetiştirilen öğrenciler ve Pastör usulü tohumlarla nesilleri ıslah edilmiş, bu yıllara kadar süregelmişlerdi. Okul 1930’da İpek Böcekçiliği (ipekçilik) Enstitüsü adını almıştı. Ama tohum bunları bilemezdi ki, kitaplardaki adının “Bomby Mori” olduğunu da...
Baharda tohumlar satışa çıkarıldılar. Yalnız Bursa’da değil Bilecik, Balıkesir, Trakya, Ege’deki bütün köylere Bursa’da hemen her eve dağıldılar, kalaylı kaplarda evin serin bir köşesinde havaların ısınmasını beklemeye başladılar. Yaşama göz açmaları için sıcaklığın +15 dereceyi bulması ve en önemlisi tek gıdaları olan dut yapraklarının filizlenmesi gerekiyordu. Bursa’da tohum açımı Hıdrellezde başlardı. O gece evin genç gelini kutuyu açtı. Tülbent torbayı çakıl taşları döşeli avluda, çeşmenin yanındaki gülfidanına bağladı. Tohum bütün geceyi yanına asılan içine gümüş para konulmuş kırmızı kadife kese, fidan dibinde toprak küpteki niyet pusulaları ile yarenlik ederek geçirdi. Sabah daha güneş doğmadan, hıdrellez töreleri başlamadan evin en küçük kızı aldı onu ve sabah namazından sonra, beyaz örtüsünü başından çıkarmamış Büyük Hanıma sundu. O da bereket duaları ve Besmele ile iki göğsünün arasına yerleştirdi.   Birkaç günü bu sıcak ve yumuşak mekânda geçirdi Tohum ağardı, “baş verdi”.  Ertesi sabah önde Büyükhanım, evin gelinleri, kızları Tohum’un özel odasına yöneldiler yine dualarla. Üzerine çarşaf yayılmış kalaylı tepsiye yaydılar tohumları ve kerevete yerleştirdiler.  Oda daha 15 gün evvelinden hazırlanmıştı. Temizlenmiş, acı biber yakılarak tütsülenmiş, nisan yağmurunda iyice ıslatılan kerevetler kurutulup yerleştirilmiş, perdeler kapatılmış, odayı bir ay süre ile sıcak tutacak “İpek Sobası” kurulmuştu. Nazardan korunmak için ev kadınlarına dikiş dikme ve iğne tutma, “Pancar Kesti” hastalığından sakınmak için de eve pancar girmesi yasaklanmıştı. Aynı günlerde “Böceklik” denilen iki üç katlı çok odalı, her odası kerevetli yerlerde de “Tohum Dökme” işi başladı.
On altı gün odanın sıcaklığı önce  +15 derecede, sonraları yavaş yavaş yükseltilerek +24 dereceye kadar çıkartıldı, duvarlara asılan ıslak bezlerle nem ayarlanmaya çalışıldı.  İşte o zaman tohumlar çatlamaya içinden 3 mm. boyunda, kara tüylü kurtçuklar yaşama “merhaba” demeye başladılar. Evin kadınlarının merak ve coşku ile bekledikleri gündü bu. Birkaç gün her sabah bu kurtçukları bir kanaviçe yardımı ile çatlamamış yumurtalardan ayırıp kerevete aktarmaya başladılar ve zamana karşı, daha meşakkatli, daha yorucu günler başladı hane halkı için...
BÖCEK: Böcek içgüdüsel olarak incecik kıyılıp üzerine serpiştirilmiş taze dut yapraklarına yöneldi ve boyundan beklenilmeyen bir hızla kemirmeye başladı lezzetli yeşilleri.
Erkekler sabah erkenden başlayıp gün boyu dutluklara ya da “Yaprak Pazarına” sefer eder oldular.  At, eşek yüküyle, arabalarla, sırtta taşıdıkları dut dalları ile yorgun düşüyorlardı. Her parti ile birlikte mutlaka bir ısırgan dalı getiriliyor ve sokak kapısı önüne yığılarak böcekler kem gözlerden korunmaya çalışılıyordu. Böceklerin nazardan başka düşmanları da vardı.  Karınca şerrinden korunmak için Büyük Hanım Piremir’deki Karınca Deresi’ne gidiyor, üzerine “Miyane Helvası” sürülmüş bir dilim ekmeği karıncaların pîrine ikram olarak sunuyor ya da sıçan şerrinden sakınmak için Sıçan Ağzı Bağlayan ocak evlerde dut dalından yapılmış “Şımal” denilen muskayı okutup böcek odasına asıyordu.
Böcekler şaşırtıcı bir hızla tırtıl oluyor, büyüyor izah edilemez iştahla tüketiyordu; hanımların gün boyu önceleri küçük daha sonra gittikçe daha iri kıydıkları dut yapraklarını. Bazı yıllar havalar uygun gitmiyor, dutluklar yaprak yetiştiremez oluyordu. Yaprak Pazarında fiyatlar hızla artıyor, paralar yetmiyordu. O zaman istemeyerek mahalle aralarındaki dut yapraklarından takviye yapılıyordu. Bu büyük risk demekti, onlar meyve veren Dişi dut idiler. Bunları yiyen böcekler “Çipez” (sakat, lekeli) koza yapardı, oysa Piremir'de, Yeni Mahalle'de, ovanın her yerinde, köylerde, bahçelerde böcek için yetiştirilenler, meyve vermez Erkek dut idiler. Bu belki de dut meyvesini korumak için söylenmiş bir beyaz yalandı
Erkeklerin yaprak taşımaktan, kadınların yaprak kıymak, günde dört öğün yemlemek, soba yakmak, ikinci yaştan sonra böcek pisliklerini süzmek için, kerevetlere dut dallarından Cenp denilen ızgaraları dizmek, her gün bunların alını temizlemek, dördüncü yaşta kalın dut dallarından “Küne” denilen bir döşek hazırlamaktan takatleri kalmıyordu. Hele yaprak almak için bilezikler küpeler rehine verilmişse...   Erkekler yorgunluk, yaprak yetiştirememe, borçlanma dışında karıları tarafından ihmale uğramanın etkisi ile bu işe girmenin pişmanlığını yaşıyordu her yıl yeniden.
Aldı Kadın:    Bir kutu böcek, düşünmedim ne yiyecek?
               Sandım komşular yardım edecek.
               Aman böcek tez sar ipeği,
       Kulağımdan sattırma tek küpeyi.
Aldı Erkek:    Muradiye’den Tatarlar’a koşarım.
       Çuha şalvarıma fısır fısır işerim.
               Karı, seni böcek sonu boşarım.
       Aman tellâl durma gezdir ipeği,
       Rehineden çıkarayım elmas küpeyi.
Tırtıl birinci haftanın sonunda kendini bir yere bağladı, yem yemez oldu, uykuya yattı.  30 saat hiç kımıldamadan durdu öyle. Uyandığında deri değiştirmiş, boyu daha uzamış, rengi biraz daha açılmış, bedenin on iki boğumu, otuz iki ayağı rahatlıkla sayılan bir tırtıl olmuştu. Aynı olayı 8-10 günlük aralarla dört defa daha tekrarladı; her seferinde boyu daha uzayıp, 8 santime ulaşarak, rengi daha açılarak ve daha oburlaşarak. Böylece dördüncü yaşına ( Büyük Aladı) girdi.  O zaman kol kalınlığında dut dalları (Kollama) ile beslenmeye başladı. Tek paket açmış evlerden bile on binlerce tırtılın yaprak kemirmesinden çıkan hışırtı sokak aralarını doldurur oldu. Son bir hafta-on gün de böyle geçti. Arada “Baygınlık hastalığına” yakalanmaması için Büyük Hanım ayran çanağına Yasin okuyup üzerlerine serpti.
Sonra bir gün yemeği kesiverdi tırtıl. Başını yukarılara kaldırıp bir şeyler arar gibi bakınmaya, sallanmaya başladı.  “Askı zamanı gelmişti.”  Ev halkı büyük bir sevinçle önceden hazırladıkları Meşe, Katır Kuyruğu, Hardal Fundası dallarını sapları aşağıda, dalları yukarı kerevetlere yerleştirdiler. Böcek (Tırtıl) hemen bu dallara tırmandı, kendine bir yer seçti, ağzından salgıladığı yapışkan sıvı ile dala yapıştı, “Kılavuz verdi”.
Üç gün içinde bütün tırtıllar bu dallarda salkım saçak, ağızlarından hemen donan, incecik ipliklerini çıkarıp kendi üzerlerine sarmaya başladılar. Kuru dallar parmak kalınlığında, 3 santim boyunda, tombul, bembeyaz, aralarda nadiren sarı kozalarla donandılar, bol çiçek açmış Kartopu ağacına dönüştüler.
KOZA: Büyük           Hanım etli pilav pişirdi, hoşaf ıslattı, özellikle Koza Yolum Helvası (Gazi Helvası) yaptı bu günü kutlamak için. Eltiler, akrabalar, komşular çağrıldı Koza Yolum Düğününe. Çalgılar çalındı, türküler söylendi, çengiler geldi. Bütün gençler imece ile Koza yolumuna koyuldular. Kınalı eller askıdaki kozaları teker teker topladı, derledi, selelere doldurdu. Fazla örselemeden ve sıkmadan. Çipezler farklı sepetlere ayrıldılar. Sevinç ve mutlulukla 40 günün yorgunluğu, meşakkati unutuldu. Alışveriş listeleri yapılmaya başlandı. Zira teamül gereği kozadan gelecek para kadınlara aitti. Diledikleri gibi altınlar, takılar, kumaşlar, çeyizlikler alımı için...
Ertesi sabah doğup geliştiği mekândan ayrıldı koza. Küfeler, sepetler, bohçalar içinde kucakta, hayvan sırtında, kaptıkaçtı, otobüs, kamyon kasalarında bir sel oldu, Koza Han’a aktı. Hanın Arnavut kaldırımı avlusu doldu, kapı önü, Ticaret Odası aralığı, Kapalı Çarşının ortalarına kadar sıra sıra dizildi Beyaz Altın’lar.  Borsa açıldı. İlk gelen kozaya sembolik, çok yüksek bir bedel ödedi Borsa. Vali, Kooperatif Başkanı nutuklar söyledi, alkışlar yayıldı etrafa. Simsarlar, eksperler avuç avuç yokladılar, fiyat biçtiler,  pazarlıklar bağlandı, eller sıkıldı.
Bayraklarla süslenmiş, Koza Han’da alıcı firmalar çadır bezinden koca koca tenteler germişti dükkânlarının önüne, yeşermiş çınarların kesemediği, sıcak haziran güneşinden korunmak için. Altında kantarlar, kantar başında bu kısa dönem için ek iş edinmiş kantarcı, yazıcı, kâtip gençler. Gerilmiş bez levhalar;  Hacı Resul, İpeker, Yılmazipek, Sait Ete, Fahri Batıca, Hüsnü Aydın, Halil Celbiş ve tabii Kooperatif.   
Handa mahşerî bir kalabalık; beyaz ipek gömlekli patronlar, alım görevlileri, eşleri beraberlerinde satıcılar, seyyar arabalarında börekçi, kelleci, pilavcı, tatlıcı, su muhallebici, dondurmacı, süslü, parıltılı sırt güğümleri ile şerbetçiler, ayrancılar. Sırt hamalları, Kızılay kolluklu, eli sepetli çocuklar, koltuğunun altında deri çantaları ile Tezkere Kırıcıları, pazarı seyre gelenler, köylü amcalardan birkaç tane koza isteyen küçük çocuklar ve handan başlayıp dalga dalga bütün şehre yayılan koza kokusu...
Alıcı firmaların kâtibi parayı hesaplar, bir belge verirdi üreticinin eline. Bu belge ile öğlenden sonra, bazen ertesi gün yazıhaneden parasını tahsil için.  Beklemek istemeyen, köyüne erken dönmek isteyen üreticiler % 1-2 komisyon karşılığı Tezkere Kırıcı gençten parasını alır, çarşıya yönelirdi. Genellikle lise öğrencisi genç de bu dönem için babasından ödünç alığı sermaye ile ödemeyi yapar sonradan firmadan geri alırdı parasını. 15-20 günlük sezonda iyi paralar kazanılırdı. Gönüllü veya ücretli gençler Kızılay’ca görevlendirilir, sakat kozaları,  bu arada üreticilerden Amca Kızılay’a bir avuç”    sloganı ile bağış toplarlardı. Bu kozalar akşam saatinde firmalarca paraya çevrilir, toplanan para Kızılay’a yatırılırdı. 
Satın alınan kozalar gün boyu yüksek, üzerleri bezlerle takviye edilerek daha da yükseltilmiş, küfelerle at sırtında veya at arabaları, kamyonetlerle şehrin üst mahallelerine taşınırdı. Fabrikalar hep yukarı mahallelerde idiler eskiden beri.  Sokaklarda düşmüş, ezilmiş koza kalıntılarına rastlanırdı. Her kesimin eline bol para geçer, çarşılara bereket yağardı.  Evlerde küçük çocuklar birkaç gün koza ile oynar, çıkan kelebekleri ilgi ile seyir ederler, daha büyükler maharetle kestikleri kozalardan papatyalar, çiçekler yapar, siyah kadife üzerine aplike derlerdi. Daha hünerliler ise sarı kozalardan sevimli civcivler...
Daha 15 gün ömrü vardı Kozanın. Salgıladığı bir sıvı ile kendi yaptığı evini delecek sevimli bir kelebek olarak yeniden doğacaktı dünyaya. Çiftleşecek, yumurtalarını bırakacak ve ölecekti, eğer insanlar izin verse idi... Âdemoğlu daha Milâttan önce Mısır’da keşif etmişti onun sağlam, sağlıklı ama elde edilmesi büyük emek isteyen incecik ipliğini. Asırlar boyu varlıklı, soylu hanımlara, beylere libas oldu, itibar getirdi...
Koza bir kamyonete yüklenip Koza Birlik’in tesislerine yol aldı. Koza Birlik en büyük alıcı idi.  Hem küçük üreticiyi korumak hem Devletin Muamele Vergisinin kontrolünü sağlamak için İktisat Bakanı Celâl Bayar’ın fikirleri ile 1940 yılında kurulmuş ve başına yine Bursalı bir bürokrat Sabri Pozam getirilmişti yönetici olarak. Şimdi de İdare Meclisi Başkanlığını yapıyordu, çok verimli hale getirmişti kuruluşu.
Kozayı kömür alevinin ısıttığı 80-90 derecelik kuru havanın dolaştığı fırına attılar. Çığlıklarla kavrulup öldü, yaşamasına, kozasını delip çıkmasına izin vermediler. Yoksa 450- 1500 metre uzunluğundaki incecik ipeği parçalanır hiçbir işe yaramazdı. Kozaklık haline getirilmiş eski konaklarda ranzalar üstünde depoladılar. Orada bekleyecek, ipek olacaktı...
İPEK: Bir gün Kozayı “Mancınık” (ilkel Flâtür tesisi) bölümüne aldılar beklediği depodan. Önce kaynar su dolu kazanlarda çalı süpürgesi ile çırptılar, vurdular, üzerini saran lifler gevşedi, “uç verdi”.  Sonra büyük kepçelerle 90 derece sıcak su dolu bakır tekneye geçirdiler. İki ayrı tekneden yine çalı süpürge yardımı ile yakalanan belirli sayıda uç eşlenip dönmekte olan çıkrığın ucuna bağlandı. Üzerindeki yapışkan Seresin maddesi yumuşadı. İplikler kat kat çözülüp ayrıldıkça teknedeki kozalar adeta raks edercesine zıplayıp, oynayıp tükendiler, geride yalnız ölü kelebek artıkları kaldı.
Çıkrıktan çıkan “Ham İpekler” sabunlu sularla yıkandı, seresin tabakalarından ayrıldı “İpek” oldular; gösterişli, yumuşak, parlak, sağlam, basınca dayanıklı, güzel boya kabul eden o muhteşem iplik... 4600 yıl önce Çin’den yola çıkıp 16-20 YY. ’larda İtalya ve Fransa’da, ardından Türkiye’de, özellikle Bursa’da saltanat süren, tüm ipliklerin sultanı... Asırlar boyu kervan sırtlarında Çin’den başlayıp Hindistan, Taşkent, Bağdat, Şam’ı kat ederek İstanbul’a oradan Avrupa’ya ulaşan ipek şimdi Bursa’da dokunup kısacık yoldan ulaşacaktı İstanbul’a. Her şey değişmiş adını verdiği İpekyolu tarihin derinliklerinde yitip gitmişti... 
Sakat, delik, “çipez” kozalardan ve uç bulunurken çıkan kopuk, kalın parçalar bir arada bükülüp “Kamçı Başı İpek” oldu. Daha ucuz kumaşlarda tüketilmek üzere.  Ayrı ayrı yeniden çilelenip paket haline getirildiler ve raflarda kısmetlerini beklemeye terk edildiler. 
Bahtlarına ne çıkacaktı?  “Devdah’larda” bükülüp ibrişim olmak mı, bir dokuma fabrikasına gidip Bursa işi ipekli ya da emprime olmak mı?  Bir hanım bedeninde çamaşır,  başında örtü veya bir beyefendiye ipek gömlek, bir pilotun hayatını kurtaracak paraşüt. Belki de yine ilmek ilmek, sabır sabır dokunup seccade olacaktı,  kınalı ellerde.
Devran hiç durmazdı ki; bir kez daha döndü. “İpekböceği” tramvay olarak düştü Bursa caddelerine.  Bakarsınız bir gün koza katarları geçer sokaklardan. Takalar tokat vurur, mekikler ipek masuralarını taşırlar karınlarında bir ileri, bir geri.
Anneler tafta kurdeleli kızlarına  “İpek” diye seslenirler pencerelerden.
Neden olmasın? “İntikamın sermayesi ömürdür.”





                                                                                             



2 Mayıs 2018 Çarşamba

HIDRELLEZ






 Biliyorsunuz değil mi? Bu hafta sonu Hıdrellez.
Kırsal kesimler ve küçük yerleşim birimlerinde geleneksel ve folklorik özelliklerini koruyan bu gün, büyük illerin hareketli yaşamında sadece nostaljik bir kavram olarak kaldı. Yeni kuşakların söyleminde ise hiç yok. Eski halk, takvim yılını ikiye bölerdi; Kasım ve Hızır olarak. Kullandığımız Gregoryen takviminin 8 Kasımında Kasım günlerinin “Ruz-i kasım” girmesi ile başlayan 150 günlük kış 6 Mayısta biter ve Mayıs günleri “Ruz i- Hızır” ile 110 günlük yaz başlar. “Yüz elli, yaz belli”
Bugün sadece ülkemizde değil, Azerbaycan, Kırım, Balkanlar, Orta Asya’da da bir festival coşkusu ile yaşanan bu özel günü Çingene Kavmi Kakava Bayramı, Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler Aziz Georgios, Süryaniler Circis adıyla kutlarlar.
İnanışlarımıza göre; Hızır (Hıdır) Aleyhisselâm ile ölümsüzlüğe erişmiş İlyas Peygamber senede bir kez yeryüzünde buluşarak bereket ve şifa yayarlar. Bir deniz kenarında olan bu buluşma, farklı söylemlerle Gılgamış Destanı, İskender Efsanesi, Yahudi Efsanesi gibi, eski Suriye, Yunan, Aragot mitlerinde de yer alır.
Semavi kitaplarda Hızır ve İlyas isimlerine birlikte rastlanılmaz, buluşmalarına ait bir kayıt yoktur. Sadece Elyesa (Elia) peygamberin Yahudi kavmini bereketli topraklara, Hıdır’a götürdüğü anlatılır ki Hıdır Arapça yeşillik demektir. İsmi peygamberler listesinde olmamakla birlikte Kuran’ın bazı ayetlerinde yer alan Hz. Hızır; İslâm tasavvufunda Velî, halk folklorunda peygamber olarak anılır. Darda kalanların imdadına yetişir, dileyenlere bereket, sağlık, şifa verir. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” Hızır Peygamber denizdeki, İlyas Peygamber karadaki ümmetini ve bazı anlatımlarda Hızır her yerdekileri korur. Kardeş oldukları da rivayet olunur. Yurdumuzda ve kimi İslâm ülkesinde Hızır, İlyas, hıdrelleze dair makamlar, makam mezarları, birçok yörede Hıdırlık Tepeleri bulunur. Dinî ve mitolojik gerçekler ne olursa olsun; 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece vaki olan bu birliktelik neşe, eğlence, niyet ve niyaz ritüeline dönüşmüştür. İller ve bölgeler arasından farklılıklar olsa da genelde;
-Geceden gül dalına, yoksa başka bir yeşilliğe, içine para konulmuş kese, cüzdan, çanta bağlanır ki; Hızır bereket için elini soksun.
-Seyahat isteyenler gül dibine veya açık havaya bavul, pasaport, harita bırakırlar. Ev, otomobil, fabrika maketleri veya resimleri; diploma, meslek sembolleri, tayin, nakil terfi dilekçeleri konulur.
-Kırmızı bir kese içerisinde kırk karınca yuvasından toplanmış kum taneleri gül dalına asılır.  
-Koza tohumları geceden bir tülbent içinde gül dalına bağlanır, ertesi sabah Besmele ile kerevete alınır.
-Gül dibine bir küp içine genç kızların yüzük, küpe, tarak gibi özel eşyaları konulur. Ertesi sabah çeşme başında, türküler eşliğinde küçük bir çocuk eş zamanda bu küpten bir nesne ve bir torbadan bir mâni seçer. Yüksek sesle okunan mâni eşya sahibinin kısmet ve istikbalini açıklar.
-Gül dibine oturtulmuş kızların başı üzerinde kilit (kısmeti) açılır.
-Gece boyu mahalle aralarında ve meydanlarda ateşler yakılır, üzerinden atlanır, şarkılı oyunlu eğlenceler düzenlenir.
-Sabah çok erken saatlerde su kenarına inilir, dilek kâğıtları akarsuya veya sandalla açılarak denize bırakılır.
-O sabah her günden erken kalkılır, kapı önleri, avlular, hayatlar bol su ile yıkanır. Yatakta kalanlar ısırgan dalıyla dağlanarak cezalandırılır. Sabah namazında cümle kapıları ardına kadar açılarak haneye bereket depolanır.
-Hızlı boy atan kızların kafasına hamur tahtası ile vurularak evde kalması önlenir.
-Çarşılar ve dükkânlar daha erken açılır. En sona kalan esnafın dükkân kapısı çöpler, dallar ve yeşilliklerle doldurulur. Kapısı önüne içki şişeleri dizilir.
-Mahallenin yeni gelinleri ve genç kızları için çok renkli basmadan bir örnek elbiseler, şalvarlar dikilir.
-Kırlara çıkılır, salıncaklar kurulur, uçurtmalar salınır. Şenlik akşama kadar sürer.
-Kızların başları, arabalar, otomobiller yeşil dallar ve çiçeklerle süslenir. Kızların bacakları mahalle delikanlıları tarafından ısırgan dalı ile dağlanır.
-Evlerde ısırgan yemekleri, oğlak, kuzu etleri ve naneli pilavlar pişer. Etli pilav veya helva yapılıp dağıtılır.
-Trakya’da evlerin kapıları söğüt dalları ile süslenir, kiraz ağaçlarının çevresine söğüt dalları dizilir.
-Bu günle “Padişahın atları çayıra çakılır”.
-Hz. Hızır ve Hz. İlyas’ın makam kabirleri, sair evliyanın türbeleri ziyaret edilir.
Kırlarda, yeni aşklarla evliliklerin doğacağına inanılan hıdrellezde hava yağışlı olursa tüm bu etkinlikler bir sonraki ilk pazar gününe ertelenir. Adet ve usuller yörelere göre değişirler ama bir şey değişmez; o gün erkenden akşama kadar kırlarda koşturup oynayanları bahar çarpar, yorgunluk, güneş yanıkları ve anılar kalırdı gerilerde…
Tabii bugün Çingenelerin, Çeribaşı seçimi de yapılır.
Çingeneler veya son zamanlarda kendilerine verdikleri isimle Romanlar, Hindistan’ın Pencap-Sind nehir havzası boyunca, Pakistan ve Afganistan’ın da içinde bulunduğu bölgelerden milattan sonra 450- 1050 yılları civarında ülkelerinden sürülerek İran ve Anadolu üzerinden tüm dünyaya yayılmış Hind- Avrupa kökenli zavallı bir ırktır. Savaş döneminde bütün toprakları ellerinden alındığından tarım, hayvancılık ve toplayıcılık gereçlerinin tümünü yitirmiş ve göçebe zanaatçılığa mahkûm olmuşlardır. Bir kısmı yerleşik düzene geçmiş olsa da hâlâ dünya üzerinde göçebe yaşayan kavimleri vardır. Tüm dillerde Çingen kelimesinden türemiş;  Gyhtan, Çigan, Cipsi ve benzeri isimlerle adlandırılırlar.
Roman kavimleri ise dünyanın her yöresinde yaşayan sayısız Çingene kavimlerinin sadece bir tanesinin adıdır.
Bursa’nın yerleşik Çingeneleri 1950’li yıllarda şimdi tapu dairelerinin olduğu bölgede küçük bir mahallede olmak üzere Kamberler- Atpazarı’nda ve Demirhane bölgesinde toplanmışlardı. Kamberler bölgesindekiler, dansçı, çengi ve çalgıcılıkla geçim sağladıkları halde Demirkapı Çingeneleri çeşitli iş dallarında dükkân sahibi veya çarşılarda ayakkabı boyacılığı, taşımacılık veya benzeri işlerle geçimini sağlarlardı ve Kamberler yöresinde yaşayanlara göre kendilerini daha asil sayarlardı,
Demirhane çingeneleri çalışkan ve namuslu kişilerdi. Kapalıçarşı’da ayakkabı boyacılığı veya taşımacılık yapan bu adamlar tadilat için vitrin camları ve kepenkleri çıkartılmış, içerileri mal dolu dükkânların gece bekçiliğini yaparlardı, tadilat süresince…
Çarşı içeresinde dolaşan bir Sami vardı. Irkına has yanık ve güzel sesi le zaman zaman şarkı söyler ama geçimini ayakkabı ticareti ile sağlardı. Nasıl mı? Eline bir çift yeni ayakkabı alır,  ayak numaralarını çok yakından tanıdığı bir müşterisine(!) bu yeni ayakkabıyı verir onun ayağındaki az kullanılmışı ve üzerine az bir miktar para alırdı. Bu az kullanılmış ayakkabı yine bir başka kişiye verilir, üzerine bir miktar para alınırdı. Böylece gelir düzeyi gittikçe düşen dört beş kişiye yapılan trampa ile sonunda elde kalan ayakkabı benzeri nesne eskiciye kadar ulaşırdı. Bir gün Sami’yi elinde tek bir ayakkabı ile gördüğümde bunu ne yapacağını sormuştum. Aldığım cevap şaşırtıcı idi. “Ağabey bende kaç tane tek ayaklı müşteri var. Kiminin sağ kiminin sol ayağı yok. Tabii hepsi farklı numaralarda. Bunlar ayakkabısını nereden alır sanırsın?” O gün öğrendim ki; ayakkabı üreticileri ve ısmarlama ayakkabı yapanlar tek ayakkabı yapmazmış, uğursuzluk sayarlarmış.
Sami, her hıdrellez evveli bana “tekmil gacolar (eşler) ve çoparların (çocuklar) davetli” olduğu, matbu Kakava Bayramı davetiyesi getirir, bahşişini alırdı. Bursa’da Kakava Töreni ve Çeribaşı seçimi Demirkapı Semtinde yapılırdı. Kamberlerde de böyle bir tören yapılır mıydı, bilemiyorum. 
Nice hıdrellezlere sağlıkla erişmeniz dileği ile…


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...