Bir
zamanlar Bursa denince ipek, ipek denince Bursa gelirdi akla.
Önceleri
az sayıdaki Türk tüccar ve sanayici dışında Azınlıklar ve genelde Ermenilerin
elindeki üretim Osmanlı Sarayına, Avrupa’ya, hatta doğum yeri olan Çin’e bile
giderdi bu kentten. Muslinler,
Sadakorlar, Ebâniler, Kemha, Şetâri, Kutni, Çatma, Kadife, Dibalar, Atlaslar. Gün oldu devran döndü. Savaşlar gördü
dünya, bir Kurtuluş Savaşı yaşandı, Azınlıklar ülkeyi terk ettiler, Cumhuriyet
kuruldu. Üretim Türklerin eline geçti, tüm atölyeler ve fabrikalarıyla. Yeni
fabrikatörler soyadı kanunu ile iyice özdeşleştiler ipekle.
İpek, İpeker, ipekel, İpekçi, İpekçioğlu, İpekçiler,
Yılmazipek, Şenipek, İpekten, İpekman, İpekbüken, İpekçeken ve daha
niceleri... Bir şey daha oldu; Her ipek fabrikatörünün bir kızı İpek adı
taşır oldular. Bursa’nın her mahallesinde
tafta kurdeleli birkaç İpek.
Moda da değişime uğradı zamanla. Yeni dokumalar girdi,
yeni kumaşlar çıktı pazara ve yeni isimler katıldı jargona; Birman, Mongol,
Tafta, Ponje, Podanj, Lenjeri, Krepdöşin, Krepdamur...
Ama Atlas hep korudu asaletini ve saygınlığını.
Alayların öperek teslim alıp, verdikleri kutsal sancak hep Atlas’tan dokundu
günümüze değin. Osmanlının Sancak-ı şerif’i hep atlastı. İnebahtı yenilgisiyle
142 parça gemisini kaybeden kaptan-ı derya Uluç Ali Paşaya “ Bre paşa üzülme,
Devlet-i ali Osman demirleri gümüşten, halatları ibrişimden, yelkenleri
Atlastan yeni bir donanma yapar.” Deyivermişti, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa.
Çok değil 25-30
yıl önce bir baktık ki; yeniden dönmüş devran: Hiç anlamadan dünya ekonomisi
kaç kez yön değiştirmiş. Uluslararası rekabetin etkisiyle Bulgaristan’dan, Uzak doğudan giren dokunmuş ipek kumaşlar
bizde de pazarı ele geçirivermişler.
Sonra sentetik
iplikler çıkı, üretimi zorlu, pahalı ipeğin yerini aldılar. Bir zamanlar kaçak getirildiği dönemin intikamını
alırcasına Uzak Doğu menşeli, Çin İpeği isimli, ince denye iplik ve kumaşlar bu
kaybı hızlandırdılar.
Beyefendiler ipek
gömlek giymez oldular; göğsünde ad ve soyadlarının baş harfleri işlemeli. Ama
İtalyan yapımı kravatlar hep korudu saltanatını.
Derken, dutluklar
kesildi, köyler, evler Böcek yapmaz oldular. Kerevetlerde İpek Böceği kalmadı.
O, gayri sevimli hâli ve ismi ile Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’nda Ferîde’ye
Bursa’da takılan ad olarak yaşayacaktı kitaplarda. Fabrikatörler artık kızlarına İpek adını
koymaz oldu.
Tafta kurdeleli İpekler, İpek Hanım oldular bir süre sonra İpek
Büyükhanım. Bir zamanlar adını taşıdıkları İpek; çocukluk, gençlik anılarında
ve çeyiz sandıklarında kaldılar, sandık lekeli olarak. Bir de söylem kaldı
yaşlı dudaklarda;
“Sabırla koruk
helva, dut yaprağı Atlas olur.”
Koruğun pekmezden
helvaya olan serüveni biryana gelin biz dut yaprağından Atlasa giden sabır
yolunda bir yolculuğa çıkalım
YAPRAK: Takvimler “7 Martta ağaçlara su yürümeye
başlar ” diye yazıyordu ve zaman 7 Mart günlerini sürüyordu. Bursa ovasının
doğu yöresinde, Kestel bölgesindeki
geniş bahçede de cemrelerin düşüşü ile artık ılınmış topraktan su yürümeye
başladı, dut ağaçlarına. Önce köklerde, sonra
gövdede ardından dallarda yaşam dürtüleriyle uyanma başladı.
O
bir dut ağacıydı, Hasan Ağa’nın bahçesinde. Asıl vatanı Çin olan ama Akdeniz
kuşağı ve ılıman ikime sahip tüm topraklarda yaşayabilen, Dutgiller (Moraceae)
familyasından
“Morus “cinsi, meyveden çok yaprak verimi için
dikilmiş. Akrabaları akdutlar, karadutlar daha geniş gövdeli ve daha uzun boylu
olsalar da o kısa boyu ile meyve vermez bol miktarda yaprak üretirdi. Yuvarlak veya kalp biçimi, üstü koyu altı
daha açık yeşil, sapından kenarı tırtıklı yüzeyine iki sıra dizilmiş
damarlarıyla.
Nisan
geçip mayıs geldiğinde önce uç dallardan başlayarak “gözverdi” ağaçlar
sonra açık filizi renkli tomurcuklar göründüler ve hızla büyümeye başladılar.
Doğanın onlara verdiği görev gereği Mayıs başlarında yaprak olmak
zorundaydılar, oldular da. Böcek açma mevsimi
geliyordu, bir kutu böcek için (20.000 tohum) 750-800 kilo yaprak
gerekecekti.
Başka
ülkelerde bir ilkbahar bir sonbaharda iki hasat yapılsa da ülkemizde tek hasat
olarak ilkbahar benimsenmişti.
TOHUM:
Kınalı
eller, ölmüş, kurumuş, hiç uçamayan, pörsümüş kanatları yer yer dökülmüş
kelebekleri teker teker toplayıp ayırdılar. Bu sıcak temmuz gününde muşamba
kaplı kerevetler üzerinde sadece bir iki milimetre boyunda, küçücük bir
mercimek tanesi gibi, sarı-kahve tohumlar kaldılar. Tohumlar yumuşak fırçalarla toplanıp hassas
terazilerde 25’er gramlık guruplara ayrıldılar.
Her bir guruptaki yaklaşık 30.000 kadardı. Tülbent kesecikler içeresinde üstü delikli
mukavva kutulara konulup özel dolaplarına sıralandılar; +2 derecede bütün bir
seneyi geçirip gelecek mayıs ayında açılarak İpek olmak üzere.
Atalarının
yaşadığı Çin’den bu topraklara gelişlerinden bu yana 15 asır geçmiş, artık
adları Bursa ile birlikte anılır olmuştu. M.S. 550 yıllarında İmparator Jüstinyanus
döneminde Nasturi Keşişleri tarafından bastonları içeresinde kaçırılarak
getirilen bu tohumlar, iklimine uygun Marmara bölgesinde (Dünyada sadece 32-40
paralelleri arasındaki kuşakta yetişebilir) geliştirilip Akdeniz havzasına
yayılmışlardı. Zaman zaman insanlar gibi, tohumlar da hastalıklara kırgınlara
uğradılar. 1860’larda Fransa’da baş gösterip Bursa’ya kadar ulaşan Karataban hastalığı
çok zarar vermişti soylarına.1888’de Şehreküstü mahallesinde Kazaz (ipekçi)
Ahmet Muhtar Efendinin evi, kiralanarak açılan “Harir Dar-üt talimi” (İpekçilik
Okulu) daha sonra Setbaşı’ndaki Burduri
Zade Osman Efendinin evine ardında da 1894 yılında Maksem civarında yaptırılan
binaya taşınmışı. Okulun başına Tarkumyan Efendi getirilmiş, yetiştirilen
öğrenciler ve Pastör usulü tohumlarla nesilleri ıslah edilmiş, bu yıllara kadar
süregelmişlerdi. Okul 1930’da İpek Böcekçiliği (ipekçilik) Enstitüsü adını
almıştı. Ama tohum bunları bilemezdi ki, kitaplardaki adının “Bomby Mori”
olduğunu da...
Baharda
tohumlar satışa çıkarıldılar. Yalnız Bursa’da değil Bilecik, Balıkesir, Trakya,
Ege’deki bütün köylere Bursa’da hemen her eve dağıldılar, kalaylı kaplarda evin
serin bir köşesinde havaların ısınmasını beklemeye başladılar. Yaşama göz
açmaları için sıcaklığın +15 dereceyi bulması ve en önemlisi tek gıdaları olan
dut yapraklarının filizlenmesi gerekiyordu. Bursa’da tohum açımı Hıdrellezde
başlardı. O gece evin genç gelini kutuyu açtı. Tülbent torbayı çakıl taşları
döşeli avluda, çeşmenin yanındaki gülfidanına bağladı. Tohum bütün geceyi
yanına asılan içine gümüş para konulmuş kırmızı kadife kese, fidan dibinde
toprak küpteki niyet pusulaları ile yarenlik ederek geçirdi. Sabah daha güneş
doğmadan, hıdrellez töreleri başlamadan evin en küçük kızı aldı onu ve sabah
namazından sonra, beyaz örtüsünü başından çıkarmamış Büyük Hanıma sundu. O da
bereket duaları ve Besmele ile iki göğsünün arasına yerleştirdi. Birkaç günü bu sıcak ve yumuşak mekânda
geçirdi Tohum ağardı, “baş verdi”. Ertesi sabah önde Büyükhanım, evin gelinleri,
kızları Tohum’un özel odasına yöneldiler yine dualarla. Üzerine çarşaf yayılmış
kalaylı tepsiye yaydılar tohumları ve kerevete yerleştirdiler. Oda daha 15 gün evvelinden hazırlanmıştı.
Temizlenmiş, acı biber yakılarak tütsülenmiş, nisan yağmurunda iyice ıslatılan
kerevetler kurutulup yerleştirilmiş, perdeler kapatılmış, odayı bir ay süre ile
sıcak tutacak “İpek Sobası” kurulmuştu.
Nazardan korunmak için ev kadınlarına dikiş dikme ve iğne tutma, “Pancar Kesti”
hastalığından sakınmak için de eve pancar girmesi yasaklanmıştı. Aynı günlerde “Böceklik” denilen iki üç katlı çok odalı, her
odası kerevetli yerlerde de “Tohum Dökme” işi başladı.
On
altı gün odanın sıcaklığı önce +15
derecede, sonraları yavaş yavaş yükseltilerek +24 dereceye kadar çıkartıldı,
duvarlara asılan ıslak bezlerle nem ayarlanmaya çalışıldı. İşte o zaman tohumlar çatlamaya içinden 3 mm.
boyunda, kara tüylü kurtçuklar yaşama “merhaba” demeye başladılar. Evin
kadınlarının merak ve coşku ile bekledikleri gündü bu. Birkaç gün her sabah bu
kurtçukları bir kanaviçe yardımı ile çatlamamış yumurtalardan ayırıp kerevete
aktarmaya başladılar ve zamana karşı, daha meşakkatli, daha yorucu günler
başladı hane halkı için...
BÖCEK:
Böcek içgüdüsel olarak incecik kıyılıp üzerine serpiştirilmiş taze dut
yapraklarına yöneldi ve boyundan beklenilmeyen bir hızla kemirmeye başladı
lezzetli yeşilleri.
Erkekler
sabah erkenden başlayıp gün boyu dutluklara ya da “Yaprak Pazarına” sefer eder
oldular. At, eşek yüküyle, arabalarla,
sırtta taşıdıkları dut dalları ile yorgun düşüyorlardı. Her parti ile birlikte
mutlaka bir ısırgan dalı getiriliyor ve sokak kapısı önüne yığılarak böcekler
kem gözlerden korunmaya çalışılıyordu. Böceklerin nazardan başka düşmanları da
vardı. Karınca şerrinden korunmak için
Büyük Hanım Piremir’deki Karınca Deresi’ne gidiyor, üzerine “Miyane Helvası” sürülmüş bir dilim ekmeği
karıncaların pîrine ikram olarak sunuyor ya da sıçan şerrinden sakınmak için Sıçan
Ağzı Bağlayan ocak evlerde dut dalından yapılmış “Şımal” denilen muskayı okutup
böcek odasına asıyordu.
Böcekler şaşırtıcı
bir hızla tırtıl oluyor, büyüyor izah edilemez iştahla tüketiyordu; hanımların
gün boyu önceleri küçük daha sonra gittikçe daha iri kıydıkları dut
yapraklarını. Bazı yıllar havalar uygun gitmiyor, dutluklar yaprak yetiştiremez
oluyordu. Yaprak Pazarında fiyatlar hızla artıyor, paralar yetmiyordu. O zaman
istemeyerek mahalle aralarındaki dut yapraklarından takviye yapılıyordu. Bu
büyük risk demekti, onlar meyve veren Dişi dut idiler. Bunları yiyen böcekler “Çipez”
(sakat, lekeli) koza yapardı, oysa Piremir'de, Yeni Mahalle'de, ovanın her
yerinde, köylerde, bahçelerde böcek için yetiştirilenler, meyve vermez Erkek
dut idiler. Bu belki de dut meyvesini korumak için söylenmiş bir beyaz yalandı
Erkeklerin yaprak
taşımaktan, kadınların yaprak kıymak, günde dört öğün yemlemek, soba yakmak,
ikinci yaştan sonra böcek pisliklerini süzmek için, kerevetlere dut dallarından
Cenp denilen ızgaraları dizmek, her
gün bunların alını temizlemek, dördüncü yaşta kalın dut dallarından “Küne”
denilen bir döşek hazırlamaktan takatleri kalmıyordu. Hele yaprak almak için
bilezikler küpeler rehine verilmişse...
Erkekler yorgunluk, yaprak yetiştirememe, borçlanma dışında karıları
tarafından ihmale uğramanın etkisi ile bu işe girmenin pişmanlığını yaşıyordu
her yıl yeniden.
Aldı Kadın: Bir kutu böcek, düşünmedim ne yiyecek?
Sandım komşular yardım edecek.
Aman böcek tez sar
ipeği,
Kulağımdan sattırma tek küpeyi.
Aldı Erkek: Muradiye’den Tatarlar’a koşarım.
Çuha şalvarıma fısır fısır işerim.
Karı, seni böcek sonu
boşarım.
Aman tellâl durma gezdir ipeği,
Rehineden çıkarayım elmas küpeyi.
Tırtıl birinci
haftanın sonunda kendini bir yere bağladı, yem yemez oldu, uykuya yattı. 30 saat hiç kımıldamadan durdu öyle.
Uyandığında deri değiştirmiş, boyu daha uzamış, rengi biraz daha açılmış,
bedenin on iki boğumu, otuz iki ayağı rahatlıkla sayılan bir tırtıl olmuştu.
Aynı olayı 8-10 günlük aralarla dört defa daha tekrarladı; her seferinde boyu
daha uzayıp, 8 santime ulaşarak, rengi daha açılarak ve daha oburlaşarak.
Böylece dördüncü yaşına ( Büyük Aladı) girdi.
O zaman kol kalınlığında dut dalları (Kollama) ile beslenmeye başladı.
Tek paket açmış evlerden bile on binlerce tırtılın yaprak kemirmesinden çıkan
hışırtı sokak aralarını doldurur oldu. Son bir hafta-on gün de böyle geçti.
Arada “Baygınlık hastalığına” yakalanmaması için Büyük Hanım ayran çanağına
Yasin okuyup üzerlerine serpti.
Sonra bir gün
yemeği kesiverdi tırtıl. Başını yukarılara kaldırıp bir şeyler arar gibi
bakınmaya, sallanmaya başladı. “Askı
zamanı gelmişti.” Ev halkı büyük bir
sevinçle önceden hazırladıkları Meşe, Katır Kuyruğu, Hardal Fundası dallarını
sapları aşağıda, dalları yukarı kerevetlere yerleştirdiler. Böcek (Tırtıl)
hemen bu dallara tırmandı, kendine bir yer seçti, ağzından salgıladığı yapışkan
sıvı ile dala yapıştı, “Kılavuz verdi”.
Üç gün içinde
bütün tırtıllar bu dallarda salkım saçak, ağızlarından hemen donan, incecik
ipliklerini çıkarıp kendi üzerlerine sarmaya başladılar. Kuru dallar parmak
kalınlığında, 3 santim boyunda, tombul, bembeyaz, aralarda nadiren sarı kozalarla
donandılar, bol çiçek açmış Kartopu ağacına dönüştüler.
KOZA: Büyük Hanım etli pilav pişirdi, hoşaf
ıslattı, özellikle Koza Yolum Helvası (Gazi Helvası) yaptı bu günü kutlamak
için. Eltiler, akrabalar, komşular çağrıldı Koza Yolum Düğününe. Çalgılar
çalındı, türküler söylendi, çengiler geldi. Bütün gençler imece ile Koza
yolumuna koyuldular. Kınalı eller askıdaki kozaları teker teker topladı,
derledi, selelere doldurdu. Fazla örselemeden ve sıkmadan. Çipezler farklı
sepetlere ayrıldılar. Sevinç ve mutlulukla 40 günün yorgunluğu, meşakkati
unutuldu. Alışveriş listeleri yapılmaya başlandı. Zira teamül gereği kozadan
gelecek para kadınlara aitti. Diledikleri gibi altınlar, takılar, kumaşlar,
çeyizlikler alımı için...
Ertesi sabah doğup
geliştiği mekândan ayrıldı koza. Küfeler, sepetler, bohçalar içinde kucakta,
hayvan sırtında, kaptıkaçtı, otobüs, kamyon kasalarında bir sel oldu, Koza
Han’a aktı. Hanın Arnavut kaldırımı avlusu doldu, kapı önü, Ticaret Odası
aralığı, Kapalı Çarşının ortalarına kadar sıra sıra dizildi Beyaz Altın’lar. Borsa açıldı. İlk gelen kozaya sembolik, çok
yüksek bir bedel ödedi Borsa. Vali, Kooperatif Başkanı nutuklar söyledi,
alkışlar yayıldı etrafa. Simsarlar, eksperler avuç avuç yokladılar, fiyat
biçtiler, pazarlıklar bağlandı, eller
sıkıldı.
Bayraklarla süslenmiş,
Koza Han’da alıcı firmalar çadır bezinden koca koca tenteler germişti
dükkânlarının önüne, yeşermiş çınarların kesemediği, sıcak haziran güneşinden
korunmak için. Altında kantarlar, kantar başında bu kısa dönem için ek iş
edinmiş kantarcı, yazıcı, kâtip gençler. Gerilmiş bez levhalar; Hacı Resul, İpeker, Yılmazipek, Sait Ete,
Fahri Batıca, Hüsnü Aydın, Halil Celbiş ve tabii Kooperatif.
Handa mahşerî bir
kalabalık; beyaz ipek gömlekli patronlar, alım görevlileri, eşleri
beraberlerinde satıcılar, seyyar arabalarında börekçi, kelleci, pilavcı,
tatlıcı, su muhallebici, dondurmacı, süslü, parıltılı sırt güğümleri ile
şerbetçiler, ayrancılar. Sırt hamalları, Kızılay kolluklu, eli sepetli
çocuklar, koltuğunun altında deri çantaları ile Tezkere Kırıcıları, pazarı seyre gelenler, köylü
amcalardan birkaç tane koza isteyen küçük çocuklar ve handan başlayıp dalga
dalga bütün şehre yayılan koza kokusu...
Alıcı firmaların
kâtibi parayı hesaplar, bir belge verirdi üreticinin eline. Bu belge ile
öğlenden sonra, bazen ertesi gün yazıhaneden parasını tahsil için. Beklemek istemeyen, köyüne erken dönmek
isteyen üreticiler % 1-2 komisyon karşılığı Tezkere Kırıcı gençten parasını
alır, çarşıya yönelirdi. Genellikle lise öğrencisi genç de bu dönem için
babasından ödünç alığı sermaye ile ödemeyi yapar sonradan firmadan geri alırdı
parasını. 15-20 günlük sezonda iyi paralar kazanılırdı. Gönüllü veya ücretli
gençler Kızılay’ca görevlendirilir, sakat kozaları, bu arada üreticilerden “Amca Kızılay’a bir avuç”
sloganı ile bağış toplarlardı. Bu kozalar akşam saatinde firmalarca
paraya çevrilir, toplanan para Kızılay’a yatırılırdı.
Satın alınan
kozalar gün boyu yüksek, üzerleri bezlerle takviye edilerek daha da
yükseltilmiş, küfelerle at sırtında veya at arabaları, kamyonetlerle şehrin üst
mahallelerine taşınırdı. Fabrikalar hep yukarı mahallelerde idiler eskiden
beri. Sokaklarda düşmüş, ezilmiş koza
kalıntılarına rastlanırdı. Her kesimin eline bol para geçer, çarşılara bereket
yağardı. Evlerde küçük çocuklar birkaç
gün koza ile oynar, çıkan kelebekleri ilgi ile seyir ederler, daha büyükler
maharetle kestikleri kozalardan papatyalar, çiçekler yapar, siyah kadife
üzerine aplike derlerdi. Daha hünerliler ise sarı kozalardan sevimli
civcivler...
Daha 15 gün ömrü
vardı Kozanın. Salgıladığı bir sıvı ile kendi yaptığı evini delecek sevimli bir
kelebek olarak yeniden doğacaktı dünyaya. Çiftleşecek, yumurtalarını bırakacak
ve ölecekti, eğer insanlar izin verse idi... Âdemoğlu daha Milâttan önce
Mısır’da keşif etmişti onun sağlam, sağlıklı ama elde edilmesi büyük emek
isteyen incecik ipliğini. Asırlar boyu varlıklı, soylu hanımlara, beylere libas
oldu, itibar getirdi...
Koza bir kamyonete
yüklenip Koza Birlik’in tesislerine yol aldı. Koza Birlik en büyük alıcı
idi. Hem küçük üreticiyi korumak hem
Devletin Muamele Vergisinin kontrolünü sağlamak için İktisat Bakanı Celâl
Bayar’ın fikirleri ile 1940 yılında kurulmuş ve başına yine Bursalı bir
bürokrat Sabri Pozam getirilmişti yönetici olarak. Şimdi de İdare Meclisi
Başkanlığını yapıyordu, çok verimli hale getirmişti kuruluşu.
Kozayı kömür
alevinin ısıttığı 80-90 derecelik kuru havanın dolaştığı fırına attılar.
Çığlıklarla kavrulup öldü, yaşamasına, kozasını delip çıkmasına izin
vermediler. Yoksa 450- 1500 metre uzunluğundaki incecik ipeği parçalanır hiçbir
işe yaramazdı. Kozaklık haline getirilmiş eski konaklarda ranzalar üstünde
depoladılar. Orada bekleyecek, ipek olacaktı...
İPEK: Bir gün
Kozayı “Mancınık” (ilkel Flâtür tesisi) bölümüne aldılar beklediği depodan.
Önce kaynar su dolu kazanlarda çalı süpürgesi ile çırptılar, vurdular, üzerini
saran lifler gevşedi, “uç verdi”. Sonra
büyük kepçelerle 90 derece sıcak su dolu bakır tekneye geçirdiler. İki ayrı
tekneden yine çalı süpürge yardımı ile yakalanan belirli sayıda uç eşlenip
dönmekte olan çıkrığın ucuna bağlandı. Üzerindeki yapışkan Seresin maddesi
yumuşadı. İplikler kat kat çözülüp ayrıldıkça teknedeki kozalar adeta raks
edercesine zıplayıp, oynayıp tükendiler, geride yalnız ölü kelebek artıkları
kaldı.
Çıkrıktan çıkan “Ham
İpekler” sabunlu sularla yıkandı, seresin tabakalarından ayrıldı “İpek”
oldular; gösterişli, yumuşak, parlak, sağlam, basınca dayanıklı, güzel boya
kabul eden o muhteşem iplik... 4600 yıl önce Çin’den yola çıkıp 16-20 YY. ’larda
İtalya ve Fransa’da, ardından Türkiye’de, özellikle Bursa’da saltanat süren,
tüm ipliklerin sultanı... Asırlar boyu kervan sırtlarında Çin’den başlayıp
Hindistan, Taşkent, Bağdat, Şam’ı kat ederek İstanbul’a oradan Avrupa’ya ulaşan
ipek şimdi Bursa’da dokunup kısacık yoldan ulaşacaktı İstanbul’a. Her şey
değişmiş adını verdiği İpekyolu tarihin
derinliklerinde yitip gitmişti...
Sakat, delik, “çipez”
kozalardan ve uç bulunurken çıkan kopuk, kalın parçalar bir arada bükülüp “Kamçı
Başı İpek” oldu. Daha ucuz kumaşlarda tüketilmek üzere. Ayrı ayrı yeniden çilelenip paket haline
getirildiler ve raflarda kısmetlerini beklemeye terk edildiler.
Bahtlarına ne
çıkacaktı? “Devdah’larda” bükülüp
ibrişim olmak mı, bir dokuma fabrikasına gidip Bursa işi ipekli ya da emprime
olmak mı? Bir hanım bedeninde
çamaşır, başında örtü veya bir
beyefendiye ipek gömlek, bir pilotun hayatını kurtaracak paraşüt. Belki de yine
ilmek ilmek, sabır sabır dokunup seccade olacaktı, kınalı ellerde.
Devran hiç
durmazdı ki; bir kez daha döndü. “İpekböceği”
tramvay olarak düştü Bursa caddelerine.
Bakarsınız bir gün koza katarları geçer sokaklardan. Takalar tokat
vurur, mekikler ipek masuralarını taşırlar karınlarında bir ileri, bir geri.
Anneler tafta
kurdeleli kızlarına “İpek” diye
seslenirler pencerelerden.
Neden olmasın?
“İntikamın sermayesi ömürdür.”