27 Ekim 2017 Cuma

BİR KUTLU DOĞUM HİKÂYESİ;


Yıl 1923 yapılandırılmakta olan yeni devletin doğumu sıkıntılarla geçmektedir.  En büyük zorluklardan biri de Bakanların Meclis tarafından ayrı ayrı seçimi ile ilgili Anayasa hükümleridir.  Yine yeni bakanların seçimi problemleri ve kulisleri ile yüklü geçen günlerin ardından 29 Ekim 1923 Pazartesi günü Halk Fırkası Heyeti (CHP Meclis Gurubu)  toplantısı Meclis toplantısına çevrilir. Uzayan müzakerelerden sonra Atatürk uzlaştırıcı olarak davet edilir.   Oysa Atatürk ve İsmet paşa bir gece evvelinden anayasada bir değişiklik teklifi hazırlamışlar ve uygun bir zamanı beklemektedirler. Teklif Cumhuriyet ilânını içermektedir. Bu teklif de uzun görüşmelere neden olur.  Tarihçi Abdurrahman Şeref Bey “Doğan çocuğun adını koymaktan başka ne yapıyoruz? 23 Nisan 1920’den beri memleketi, sadece adı konmayan cumhuriyet rejimi ile idare etmiyor muyduk?”  cümleleri ile müzakerenin tamamlanmasını ister. Ve Anayasa değişikliği teklifi alkışlarla kabul edilir.  Atatürk Nutuk’ta şöyle anlatmaktadır o geceyi; 
“Efendiler, Meclisçe Cumhuriyet kararı 29/30 Teşrinîevvel 1923 gecesi saat 8.30 da verildi. On beş dakika sonra, yani 8.45 te Reisicumhur intihabolundu. Keyfiyet aynı gece bütün memlekete tebliğ ve her tarafta gece yarısından sonra, yüz bir pare top endaht edilerek ilân olundu.”
O gece bütün komutanlıklara çekilen telgraflarla  “101 pare top atışı ile Cumhuriyetin ilanı” emredilir.  Tüm yurtta top sesleri gecenin karanlığını yırtıp salalara ve ezan seslerine karışırlar. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kalabalıklar sokaklara dökülür.  Ellerinde bayraklar, birbirilerinden duydukları sloganları haykırarak…  Muhtemeldir ki Bursalılar da keyfiyeti bu top sesleri ile öğrenip, ertesi sabah yurdun her tarafında olduğu gibi, elde bayraklar “Yaşasın Cumhuriyet” nidaları ile caddelere dökülmüşlerdir.  Ve yine muhtemeldir ki büyük çoğunluğu çok yaşamasını istedikleri bu cumhuriyetin ne olduğunu tam bilmeden.
           Acı olan bugün bile ne odluğunu bilmeyenlerin mevcudiyeti.
           İYİ Kİ DOĞDUN CUMHURİYET. İYİ Kİ VARSIN. DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.


24 Ekim 2017 Salı

BAYRAK VE BAYRAM


Bu hafta sonu Cumhuriyet Bayramını kutlayacağız. Son yıllarda dinî ve millî bayramlar,  rutin kutlamalar dışında sadece tatil ve seyahati çağrıştıran vesileler olarak algılanır oldular.  Ya eskiden?
Çocukluğumun -ki altmış/yetmiş yıl evveline uzanır- Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına top sesleri mutlaka eşlik ederdi. Şehirler büyüdü de top seslerini duymaz mı olduk? Yoksa artık tarihin derinliklerinden gelen bu geleneğimiz de mi yok oldu?
Yok, olanlar sadece top sesleri mi? Çocukluğumun bayram özelliklerinden Tak da kaybolanlardan. Devlet büyüklerinin veya misafirlerinin şehre gelişlinde millî bayramlarda özellikle Cumhuriyet Bayramında ana caddelere ve geçit resminin yapılacağı meydanlara taklar kurulurdu.  Bayramdan bir iki gün önce kerestelerden, demir borulardan, profillerden yapılmış bu portatif kemerler belediyeler tarafından depolardan çıkartılır, belli yerlere monte edilirdi. Üzerleri kırmızı kumaşlarla sarılır, defne dalları, yeşillikler, çiçekler ve bayraklarla bezenirdi. Bazı meslek kuruluşları da, biraz icra ettikleri zanaatın örneklerini de teşhir eden tasarımlarla, bir yarış esprisi ile katılırdı bu süsüleme ve kutlama tarzına. Taklar geceleri renkli ampullerle aydınlatılırdı. Bursa’da Valilik ile Halk Evi binası (Devlet Tiyatrosu) arasındaki köşede, Yeniyolun başında, Mavi Köşede, Namazgâh Caddesi başında Altıparmak’ta bu taklardan hatırlıyorum. Büyük boylarda  “ ORDUYA ŞÜKRAN” pankartlarını da…
 Ahali Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına içtenlikte katılırdı. Resmi dairelerin dışında evler ve iş yerleri de binalarını defne dalları ve çiçeklerle süsler, hiç bir ikaza gerek kalmadan camlarına bayrak asar, balkonlarına renkli ampullerle yıldızlı, ay yıldız motifli panolar yerleştirirdi.  Bugün bile tesadüfen yıkılmamış eski binaların balkon üstlerinde ampul duyları kalmış çıtalara rastlamak olasıdır.
Geçit resminin yapılacağı meydanlar, caddeler erken saatlerden itibaren dolardı. Ama pelerinli polislerin bindiği eğitimli atlar yan yan yürüyerek ön ayakları ile kaldırımdan taşanları hizaya sokarlardı. Yok, olanlardan birisi de onlar. Törenin bir noktasında, ahalinin alkışları arasında caddeyi bir başından öbür başına, yalın ayak koşarak kat eden kentin meczubu İsmail Hakkı’ya ise ses etmezdi bu polisler.   O zaman da duyulmayan nutuklar faslı sıkılarak geçirilir, geçidin başlaması ile ilgi artardı. 
29 Ekim günü iş yerleri kapalı olurdu.  Özel kanun bu gün hafta sonu tatilinin uygulanmasını amirdi ve buna kesinlikle uyulurdu. Daha sonraki yıllarda sadece tören sırasında iş yerlerini kapalı tutmak gibi bir müsamaha yerleşti. Ardından turistik yerlerde uygulama iyice gevşetildi. Bildiğim kadarı ile kanunda bir değişiklik olmamasına karşın hafta sonu tatili uygulaması da kalmadı. 
Bando sesleri, marşlar, askeri geçit törenleri hamaset duygularımızı tetikler, vatan sevgimizi bilerdi. Bizler bu duygularla yetiştirilmiştik. Düşman istilâsı görmüş, Kurtuluş Savaşını yaşamış büyüklerimizin anlattıkları ile dolu idi belleklerimiz. Bu gün dahi marşlar ve askeri törenler gözlerimi yaşartır. Bayrak törenlerinde bandonun sesini duymazlıktan gelerek İstiklâl Marşımızı selâmlamaktan kaçan yeni nesli utanarak ve üzülerek izliyorum. Bazı yarı resmi törenlerde ve toplantılarda bile Milli Marşımızın söylenilmemesinden daha çok utanıyorum.   
Öğrenciliğimde, izcilik dönemimde, Yedek Subay Okulunda gururla taşıdığım Bayrak geçerken oturmakta olduğu kahvehane önlerinden ayağa kalkıp, önlerini ilikleyen yaşlılardan artık hiç kalmadı. Yüksek gelir gurubunun oturduğu semtlerde apartman boyu kulüp bayrakları sallanıyor ama gazetelerin o gün bedava verdikleri kâğıt bayraklardan bile göremiyorum camlarda. Bayraksız ev ve iş yeri olabileceği ihtimalini bile kabullenmek istemiyorum.
Zayıflayan Milli Duygularımız (içimden kayıp olan demek gelmiyor) ile Cumhuriyetin doksan dördüncü yılına geldik. Ne mutlu benim gibi düşünenlere.  Daha nice BAYRAKLI YILLAR temennisi ile BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.


                                        29 EKİM 1963 NİCE BAYRAMLARA...




8 Ekim 2017 Pazar

ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU


Dün bir arkadaşımdan yukarıdaki What-sapp’ı aldım. Görüleceği gibi toplam 24 yıl bakanlık ve 2 yıl TBBM Başkanlığı yapmış bir devlet adamı.  Ve son satırda; “27 Aralık 1953 tarihinde VEFAT ETTİĞİNDE KİRADA OTURUYORDU…” diyor.
Bu bana M. Şükrü Saraçoğlu’nun bir anekdotunu anımsattı;
Türkiye, II. Dünya Savaşı öncesi Britanya ve Fransa ile işbirliği görüşmeleri yaparken, Kurtuluş Savaşı'ndan beri yakın ilişkiler içinde oluğu Sovyetler Birliği'nin de Batılı devletlerin yanında yer alacağını umuyordu. Ancak Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı imzalanınca Türkiye, Britanya-Fransız bağlılığında kalmakla Sovyetler Birliği ile ilişkilere devam etmek arasında zor bir seçim yapmak zorunda kalır.  Sovyetler Birliği de, tamamen değişen uluslararası ortamda işlikleri yeniden değerlendirme taraftarıdır. Bu doğrultuda Dışişleri Bakanı Saracoğlu 15 Eylül 1939'da resmen Sovyetler Birliği'ne davet edilir.
Sovyet tarafının başlıca dört maddede özetlenen talepleri vardır.
1-Türk Boğazlarının Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortak olarak savunulması.    
2-Montreaux Boğazlar Rejimi ‘ne Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin Boğazlardan geçemeyeceği garantisinin eklenmesi.
3-Türkiye'nin Britanya ve Fransa ile giriştiği ittifak müzakerelerinin istişareye çevrilmesi.
4- Britanya ile Fransa'nın Sovyetler Birliği ile savaşa girmesi durumunda Üçlü İttifak'ın geçersiz sayılması.
Bu olumsuz isteklerin tamamının Saraçoğlu tarafından reddedilmesi üzerine başlangıçta üç gün olarak planlanan görüşmeler uzar. Sovyetler baskı uygulamaya başlarlar.  Saraçoğlu ve heyeti adeta gayri resmi olarak 23 gün süreyle enterne edilir. 25 Eylül 15 Ekim tarihleri arasında her gün için çeşitli geziler ve programlar icat edilerek yurda dönüşlerine izin verilmez. Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov'un zaman zaman kötü polis,  Josef Stalin’in iyi polis rolleri oynadığı görüşmeler Saraçoğlu’nun katı ve tavizsiz tutumu neticesi Türkiye’nin başarısı ile sonuçlanır. 
İşte bu cümleden Stalin ile bir söyleşide Stalin elindeki kibriti yakıp Saraçoğlu’na doğru uzatarak “Bakın” der, “Türkiye’yi işgal bizim için bu kibriti yakmak kadar kolay ve kısa bir iştir.”
Saraçoğlu, gittikçe artan alevi işaretle “AMAN EKSELANS ELİNİZ YANACAK... ”
Rahmetle anıyorum...  



4 Ekim 2017 Çarşamba

CERRAH


Cerrah kelimesi dilimize Arapça “cerh” = yaralama kökünden girmiş. İrin karşılığı olan cerahat, yarayı yaran, kesen, ameliyat eden tabiplere “cerrah” denilmesi de hep aynı köke dayanıyor. Diş çeken, hacamat vuran, yaralara müdahale eden halk doktorlarına cerrah denildiği gibi, tıp tahsili görüp ameliyatları yapan doktorlara da cerrah denilmiş çok uzun yıllar. Tahsilli, gerçek cerrahlar nedense bu birlikte söylenişten hiç rahatsız olmamışlar.  Ta ki, 1889 yılına değin.
Askeri Tıbbiyeyi bitirip ihtisas için Fransa’ya gönderilen ve üç yıllık öğrenimini tamamlayan Cemil Bey dönüşünde Serasker Kapısı’na  (Harbiye Bakanlığı)  gider. Sıhhiye Reisi Paşa, kendisini Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne Ser Cerrah (Baş Cerrah) olarak atadığını söyler. Cemil Bey, paşa babasının da arkadaşı olan Sağlık Dairesi Başkanına;
“Paşa hazretleri, cerrah tahsilli olmayan, alaylı hekimlere, köylerde sülük çekenlere de deniliyor. İzninizle cerrah demeyelim. Beni Fransızca karşılığı “Chirugien” sıfatı ile atayınız.”  Ricasında bulunur. Paşa, bu kelimenin çok zor telaffuz edildiğini, yanlış anlamalara yol açacağını savunur. Sonunda yine Fransızca operasyon yapan, ameliyat eden karşılığı olan Operatör sözcüğünü bulurlar. Cemil Beyin “Ser Operatör” sıfatı ile tayin kararı yazılır, ertesi gün işe başlaması emredilir.
O sıralarda bir iş takibi için Serasker Kapısında bulunan hastane Kapı Çuhadar’ı acele Baş Tabip Mehmet Paşa’ya koşar. Ertesi sabah hastaneye Operatör adlı bir Fransız paşasının teftişe geleceği haberini getirir. Bütün gece hastane temizlenir, bahçeler yıkanır, dış kapıdan itibaren yol halıları serilir, askeri bando ve merasim kıtası kapı dışında yerini alır.
Beklenen yabancı paşa ve yanındakiler bir türlü gelmezler. Hazırlıkları gözden geçirip odasına dönen Mehmet Paşa’ya kendisini bir yüzbaşının beklediğini söylerler. Kabul eder, elindeki zarfı açar. İçinde “Kolağası Cemil Efendi’nin Ser Operatör sıfatıyla tayin olunduğuna” dair yazı vardır.
Böylece bu terim literatürümüze girmiş olur. İhtisas dalının isim babası Cemil Bey (Cemil Topuzlu Paşa);  Paşalığa kadar yükselir, yıllarca Tıp Fakültesinde hocalık yapar, Dekan olur,  birçok yeni ameliyat tekniklerini geliştirir, iki defa İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) görevini üslenir. Belediye teşkilatını ve zabıtasını modern yapıya kavuşturur, Gülhane Parkı ve çok sayıda bulvar onun eseridir. Damat Ferit Paşa Kabinesinde Nafıa Nazırlığı yapar. Bugün İstanbul’da Harbiye Açık Hava Tiyatrosu, bir cadde ve civarı onun adını taşımaktadır.
Günümüzde özel makinelerini kullanarak birçok işleri yapan kimselere, telefon, telsiz santralını kullananlara, birçok konunun teknisyenine de operatör denmesinden Doktor Operatörler nedense hiç rahatsız olmamakta!


                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...