9 Nisan 2019 Salı

KOL SAATİ



KOL SAATİ
Teker teker elden ve bellekten geçen parçalar çöp sepetini boylamış geride sadece benzinli Zippo çakmakla bir kol saati kalmıştı masanın üzerinde. Saati aldı, kurgu yerini defalarca çevirdi ama saniye çubuğu hiç hareket etmeyince kulağına götürdü. Saatin o çok iyi tanıdığı tannan çıt-çıtları yoktu artık. O zaman anımsadı ki yıllar evvel durduğunda “tam çarkı kırılmış, Avrupa’dan parça istedik” demişti, tamir servisi.  Ülkenin, Başbakanın itirafı ile elli Cent’e muhtaç olduğu yıllardı. Tamir edilemeyen saat de unutulmuşlar kervanına katılmıştı böylece.
Ağustos 1947’de sünnetinde koluna takıldığında ülkede tek parti rejimi hâkimdi, İsmet İnönü Milli Şefti. Altın kaplamalı “Hislon 21 Rubis” Kütahya’daki akrabaların pahalı bir armağanıydı. Sokakta insanların bir birine saati sordukları o zamanlar nadir insanda cep saati bulunurdu, daha ender de kol saati. Ne şimdiki gibi pil fiyatından daha ucuz quartz saatler vardı ne de marka bolluğu.  Rus yapısı Serkisof, Şimendifer Marka cep saatleri, Omega, Zenith, Wacharon Constantin, Hislon,  Necker ve Ermeni Nacaryan ailesinin adlarına İsviçre’de fason yaptırdıkları Nacar, belki birkaç tane daha. Doğaldır başlangıçta belirli günlerde takmıştı sadece, sonraları ise yıllar süren şah damarı kadar yakınlıkta birliktelik.
“Beni de atacak mısın?”
Gerçek mi, değil mi emin olamadığı bu sesle irkildi birden. Aç karnına aldığı alkolün etkisi mi, geçmiş günlerin ve kişilerin ruh dünyasında dolaştığı saatlerin doğurduğu beyin yoğunluğundan kaynaklanan bir halüsinasyon mu, sessiz sözsüz bir söyleşi başladı aralarında? 
“Bilmiyorum.
“Çok iyi günler geçirdik birlikte, müşterek o kadar çok konularımız var ki...”
“.......?”
“Ben İsviçre’nin bir dağ kasabasında üretildim.  Bern Juanası’, Saint-imier’de.  Ekilecek alan kıttı oralarda, bağlar da yoktu. Ustam yaşlı bir adamdı. Daha dağlara kar düşmeden Basel’den kışlık erzakını, şarabını bu arada kutular dolusu çarklar, kadranlar, pandüller alır, atölye evine taşırdı, bütün komşuları gibi. Bir kış boyu saatçi lupunu sağ gözüne yerleştirir, küçücük tornavidaları, pensleri ile parçaları eklerdi birbirine sabırla ve sevgiyle.  Tamamlanan her saati karşıdaki kulenin saati ile ayarlar, birkaç gün bu ayarı kontrol eder sonra kutusuna yerleştirirdi. Yaz başında uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a getirildim, Çarşıkapı’da Saidîye hanının üçüncü katındaki depoda bekledim bir süre. Sonra yüzlerce saat arasından senin için seçilerek bir süre sonra da senin koluna takıldım. Sen çocuk, ben yeni yaşamımızın ilkbaharı idi...”
“Çok iyi Hatırlıyorum. Çok sevinmiştim. Oysa birkaç yıl evvel bir düğüne götürdüğüm saati sünnet çocuğunun koluna taktığımda -off gene mi saat- demişti kolunda ve yatağının üzerinde yirmiden fazla saat vardı.”
“Sonraları bir üçlü oluştuk. Sen ben ve bisiklet.”
“ Tabii, beyaz çamurluklu, 24 jant, İngiliz malı Armstrong. O dedemin hediyesiydi. Babam İstanbul’a gitmişti mutat işleri için. Gelirken bana bisiklet getireceğini biliyordum. Afyon’a trenler gece yarısından sonra gelirdi. İnatla uyumamaya çalışarak beklemiş ama dayanamamıştım.  Sabahın çok erken bir vaktinde uyandığımda gidonu yan döndürülmüş, kadranları kâğıt ile sarmalanmış, avlu duvarına dayalı beni bekliyordu. Rahmetli babacığım trende yanında getirmişti. Yaz boyu sabahları dedem yayan ben yanında bisikletle dükkâna gittik. İkindi vakti Heykel önüne kadar yine beraber gelirdik. Sonra beni serbest bırakırdı, eve kadar olan beş yüz metreyi tek başıma giderdim. 1948’lerde dedem gibi aşırı vesveseli bir adamın bile sekiz yaşındaki bir çocuğu yalnız bırakabileceği kadar trafik boş ve güven tamdı ülkede. Mahalleye gelir gelmez evimizin iki sokak ötesindeki sevgilime(!) doğru basardım pedalları heyecanla. O hep evlerinin ilk kat cumbasında beni bekler olurdu! Doğrusu; ben öyle sanırdım. Yirmi yaşlarında olmalı idi. Kollarını cumbaya dayar, melânkolik bakışlarla süzerdi,  nadiren bir iki insanın geçtiği, boş ara sokağı. O yıllar; sabah ev işlerine yardım edip gün boyu nakış işleyerek,  çeyiz hazırlayarak kısmet bekleyen ev kızlarının tek animasyonuydu akşam saatlerinde pencereden dışarıları seyretmek. Tabii mutaassıp babaların bilgisi dışı ve anaların toleransı nispetinde. Göz göze gelmekten utanarak birkaç kere geçerdim penceresinin altından. Aslında o ikinci aşkımdı. İlki öğretmenimdi, okullar kapanana değin. O kış dedem öldü. Yıllar içinde herkes öldü. Sünnet cemiyetimde bulunanlardan kalanlar bir elin parmaklarını geçmez. Çocuklarımın, torunlarımın hiç tanımadıkları bu kişilere ait resimleri, nesneleri hâlâ saklamamın mantığı var mı sence?”
“...”
“Çocuklar büyür bisikletler büyümezler. Birkaç yıl sonra Armstrong küçük gelmeye başladı. İlkokulu bitirdiğim yıl o satıldı, yerine büyük boy Alman Bauer alındı. Üç yıl sonra da onu motorlu bisiklet ile değiştirdim. Ama seninle birlikteliğimiz hep sürdü. Sen bir gün aniden duruverdin hiç çalışmamak üzere. Bense yeni bir Hislon aldım, sonra bir başkasını, bir başkasını daha.  Bundan sonrasında yaşantımda yoksun, seninle olmadığım dönemleri tazelemenin, paylaşmanın bir gereği de yok. Sabah ezanları okunuyor. Yoruldum artık.  Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”
“Tabii ki değilim. Unuttun mu, ben çalışmıyorum?  Çok uzun zamanlardan beri saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Zaten biz saatin kaç olduğunu hiç bilmeyiz. Sadece bildiririz. Biz saatler; zamanı tüketmeyiz, üretmeyiz de. Zaman sizler için önemli. Ama değerini de hiç bilmezsiniz. Olduğu zaman geçip bitmesini istersiniz bıkkınlıkla, azaldığında doymak bilmez bir hırsla çoğunu istersiniz, daha çoğunu.  Ancak tamamen tükendiğinde, sizler için işlevi kalmadığında bir süre ders olur; bu kayba şahit olanlara.   Bizim için ise zaman diye bir şey yok. Tek sorun rakkasın sallanması, çarkların dönmesi, zembereğin boşalması, yeniden dolması için ona uzanacak parmaklar.   Ölüm de yok, bas’ü ba’del-mevt de bizim için iki boyut var. Durmak ve dönmek.    Peki, şimdi ben ne olacağım?”
“Bilmiyorum... Senin özelliğin; insanların bırak üstlerinde taşımayı pek az evde bulunan masa saatlerini biliyor olman. Camlı muhafazası içindeki “kâtibim”  melodisi çalanları. Ya da üstü çift çanlı, yuvarlak masa saatlerini bile tenekecilerin yaptıkları camdan küçük kutularda, raf üzerinde tuttukları günleri biliyor olman. Tıpkı benim gibi. Sınıfta ancak bir iki kişi ile sınırlı sahiplerine,  işaretle ve defalarca zile kaç dakika kaldığının sorulduğu okul sıralarını yaşamış olmak. Fotoğraf çekilirken kol saatlerini öne çıkartacak pozların verdirildiği sahnelere şahit olmak.    Şimdilik kutunda kal... Belki bir gün yeniden döneriz seninle anılar âlemine, eskileri eşeleriz... Benden sonraya kalsan ne olur ki... Çalışmayan bir eski saati atmak her kimse için ne zordur ne de yük. Hele onu hiç tanımayanlarca... Hem daha gitmek niyetinde de değilim... En azından bir süre...
Yazılacak çok yazılarım var.” 
                                                                             

                                                                                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...