(Bir Eski Hikâye) LEMAN ABLA
İnegöl; doğup
büyüdüğüm bu kasabaya tam otuz yıldır uğramamıştım. Ta ki, bir iş teması için
geç vakit gelip, otele yerleşene değin. Yorgun, yatağa atmıştım kendimi.
Çocukluğumun
geçtiği mahallede yürüyorum. Bursa Otobüsü yanık benzin kokusu bırakarak geçip
gitmiş. Rüzgârın önüne katıp getirdiği farklı yönlerden farklı kokular; kuru ot
kokusu, yonca, çiçek kokuları, hayvan kokuları, kereste fabrikasından hızar cızırtıları
eşliğinde taze talaş kokusu. Hele o güzelim pişmiş ekmek kokusu…
İşine
tarlasına gidenler çoktan boşaltmış caddeyi. Sabah erken sürüye giden
sığırların henüz kurumamış atıkların kokusu geliyor burnuma. Tekerlek sesleri
yankılanıyor uzaklardan. Onları göremesem de biliyorum. Her zaman hayranlıkla
seyrettiğim, büyüyünce o arabaları yapan ustalardan olmayı hayal ettiğim;
Bursa’dan yola çıkmış Anadolu’ya sevk edilen Bursa yapımı rengârenk boyalı
Tatar arabaları. Dört beş tanesi arka
arkaya bağlanmış, kuvvetli bir çift atın çektiği, o güzelim konvoylar… Pırıl pırıl metal tekerlek kovanlarından tatlı
tınılar, koşumlardan ince çan sesleri kulaklarımda…
Ortası
daha yüksek, bombeli, parke taşı döşeli,
her iki yanda bordür süz, Arnavut kaldırımı trotuarlarla bir su oluğu
oluşmuş. Annemden azar işitmeyi umursamadan giriyorum o dereciğin içine,
ıslanıyor ayakkabılarım. Kenarında oluşmuş yosun tabakalarına tepicikler
atıyorum. Kopan yosun parçaları suyun akıntısına kapılıp nazlı nazlı gidiyorlar
bir süre.
Kaldırımlara
yol boyunca fidanlar dikilmiş, ince, tahta çıtadan çapraz çakılı üçgen
prizmalarla korumaya alınmışlar. İri kaplama taşlarının ev kapılarına gelen
kısımları sabah erkenden hamarat ev hanımlarınca yıkanmış, süpürge darbeleri
ile araları oyulmuş, hala daha nemliler.
Su
basmanına kadar toprak boyayla bordür çekilmiş, kimi beyaz kimi çivit badanalı,
pek çoğu iki katlı ahşap evler… Boyasız hane kapıları, tahta eşikleri, pencere
pervazları Arap sabunu ve bulaşık telleriyle ovularak tüylendirilmiş, sarartılmışlar.
Alt kat pencerelerde itina ile kapatılmış, uçları dilimli, işli, beyaz patiska
perdeler. Üst katlarda havalandırılmak için açılmış camlara bahçelerden uzanmış
meyveli ağaç dalları, boru çiçekli sarmaşıklar. Evler arasında uzanan üstleri
bir sıra yerli kiremit dizili, alçak bahçe duvarları. Duvar boyu yükseklikte,
bazen daha da yüksek, üstleri sundurmalı, sarı, pirinç halkalı bahçe kapıları.
Kapı tokmaklarını çalıp kaçmak geliyor içimden, ama yapmıyorum; korkuyorum
bilmediğim birilerinden. Çoğunun kasalarında, kapı kanatlarında buraya
girip çıkan at arabalarının dingil uçlarıyla oluşmuş derin çizikler var. Duvar
köşeleri, sürtünerek kaşınan mandaların vereceği zarara karşı, dikenli tellerle
tuzaklaştırılmış. Bazı bahçeler yağmurun, güneşin, yılların etkileriyle
kararmış, yamulmuş tarabalarla sınırlanmış. Artlarında yüksek direkler üstüne
kondurulmuş mısır ambarları.
Akarsuyu
olmayan evlerin kızları mahalle çeşmesinden su taşıma işini bitirmişler,
avlularda toplanmış çeyizlerini işlemekte, hanımlar evler arası komşu gezmelerinde
olmalı. Bu saatlerde terk edilmişlik duyguları uyandıran, durgun sessizliği tek
bozan bahçelerden yükselen horoz sesleri, gugukçuk, karatavuk ötüşleri, sabah
yeli ile hışırdayan kavak yaprakları.
Her
iki yanında tavanları daha yüksek, damları Marsilya kiremidi döşeli, üst
katları çıkmalı, büyük giyotin pencereleri, çift kanatlı hane kapıları yağlı
boyalı evler. Köşede önünde küçük bahçesi ile İsmet Paşa İlkokulu.
Öğretmenim
Asiye Hanım siyah önlüğü ile bahçede, el sallıyor. Çevresine toplanmış okul
çocukları da katılıyor ona şen cıvıltılarla…
Sağda
tek katlı küçük evlerin sıralandığı, bahçe duvarlarına tütün askılarının
dayandığı Arnavut kaldırımı dar sokaktan Kavaklar’a yöneliyorum. Buraya yalnız
gelmeme izin yok ama umursamıyorum. Burası da sessiz, kimseler yok. Ama birden bir
rüzgâr çıkıyor, hışırdıyor kavaklar, yaprakları düşüyor art arda, ayaklarımı
örtüyorlar, birikmiş yaprakları tekme darbeleri ile savurarak yürüyorum.
Aniden
sesler yankılanıyor kulaklarımda güneş yok oluyor dalların arasından. Akşam
karanlığı çöküyor. Kadınlar hızla iş bohçalarını, poğaça sepetlerini
topluyorlar. Oyundan kopamayan çocuklarını çekiştirme telaşındalar. Örgülü
saçlı genç kızların yangın alayı bozuluveriyor, acele sarıyorlar atladıkları
kalın ipi. Sadece ikili üçlü gruplarla turlayan delikanlılar kalıyor çevrede. Korku
ve endişeyle ürperiyorum, eve geç kalacağım, gene kızacak annem. Koşmak istiyorum, koşamıyorum, boğazımda bir
düğüm. Koşuyor ama yol alamıyorum, bir güç çekiyor sanki arkamdan yakalamış.
Zorlukla
ana caddeye çıkıyorum, orası aydınlık ve
ferah, rahatlıyorum. İşte karşıda Kaymak’ın Kahvesi, geçince her iki yol sivri
bir üçgenle çakışıyor burada ve genişliyor. Kaldırımda kiralık bisikletlerin
sıralandığı küçük dükkânında bir ayağı sakat velespitçi amca, el sallıyorum.
Yanında
anneannemin evi; kapıyı çalmama gerek kalmadan açılıyor ardına kadar. Evin avlusuna
açılan alçak bir tahta kapıdan arka bahçeye geçiyorum, kasılarak gezinen
horozlar, aceleci tavuklar dolanıyor. Duvar dibinde terk edilip paslanmış bir
biçerbağlardan bir tavuğun feryadı yükseliyor. Demir tekerlerin altındaki
samanları karıştırıyorum, gizli folluktaki sıcak, taze yumurtayı alıyorum
oradan
En
çok bu evdeki kış gecelerini severim. Ürkütücü sessizlikte sadece zaman zaman
sokaktaki boza ya da portakal satıcılarının haykırışları, bekçi düdükleri
yankılanır. Ve uzaklardan birbirilerine cevap veren köpek havlamaları...
Sabah
incecik bir cızırtıyla açarım gözlerimi. Erkenden yakılmış odun sobasının
üzerine konulmuş güğümden kızgın saca kayan damlalar incelip kalınlaşan ses
dalgalarıyla öter bir süre. Çatırdayarak yanan çıralı odunlar, arada bir
devrilirken çıkardıkları tok sesler eşlik eder bu musikiye. Yeni bir damlanın
düşmesini bekler, bu arada soba kapağının küçük penceresinden yalazaları izlerim
keyifle. Hiç kimse “artık kalk” demez. Ta ki mangala çıkarılmış közde maşa
üzerinde kızartılmış ekmek kokusu gelene değin. Ardından bir şişe takılarak
soba kapağından içeri uzatılan sucuğun kokusu yayılır tüm odaya. O zaman
arzusuyla yorgan keyfini bitirir, ağzım sulanarak fırlarım, doğru kahvaltı
masasına…
Sessizlik
ve hüzün kış gündüzleri de hâkim olur kasabaya. Tarlalar karla kaplanır,
kadınlar evlere, erkekler kasvetli kahvelere kapanırlar. Bastıkça gıcırdayan
karlarda yürüyenler azalır, sürüler damlarından çıkamaz, kuru ile beslenirler.
Nadiren geçen arabaya koşulu mandaların salyaları incecik süngülerle donar,
uzarlar. Saçaklarını buz sarkıtlarının süslediği evlerin yola çıkarılmış soba
bacalarından odun dumanı kokuları yayılır etrafa...
Şu
karşıdaki Osmanların evi, köşesinde araba dingilleri çarpmasın diye dikilmiş
bir silindirik taş var, üzerine oturuyorum. Altımdan serinliğini duyuyorum. Ama
ayaklarım yere basıyor şimdi, yukarılarda sallanıp kalmıyor. Bir sarı kedi
geçiyor önümden, kuşkulu gözlerle bakıyor bana. Bense hemen tanıyorum onu. Her
yaz başı ısrarla minik yavrularını benim yatağıma taşıyan kedi bu. Kalkıp ardı
sıra yürüyorum, meydanın bitişiğindeki bizim evimiz, yanındaki de Leman
Abla’nın.
Leman
Abla cumbada, dirseklerini aralıklı tahtalarına dayamış sarı saçları
omuzlarında. Dalgın bakışlarını ufuklara dikmiş gene öylece durgun, hüzünlü. Her
zaman hüzünlüdür zaten. Yıllar evvel Çanakkale Boğazında, sabaha karşı, bir
yabancı şileple çarpışıp batan Dumlupınar Denizaltısındaki şehit kocasını
düşünür. Gemiden su yüzüne çıkan haberleşme şamandırasının bağlantısı kopmadan
son sözleri “vatan sağ olsun” olmuş. Göreve gidecekleri sabah kızı boynuna
sarılıp “ baba ne olur gitme” demiş de Recep Başçavuş “gitmem gerek kızım, ben
bir askerim vazife kutsaldır” demiş ve öpüp ayrılmış. Leman Ablayla
öpüşememişler bile. Gidiş o gidiş.
Bahçemizdeki
yüksek armut ağacına çıktığım zamanlar Leman Ablayı bitişik bahçelerinde
çamaşır asarken görürüm. Dilinde ince yanık sesi ile hep aynı şarkı; “gitti de
gelmeyiverdi ahh gözlerim yollarda kaldı.” Denizaltı batınca bir süre sonra içerde
oksijen bitermiş, nefes alamayan denizciler çok büyük acılar çekerek,
çırpınarak ölürlermiş. İşte o zaman en büyük rütbeli sırayla bütün
arkadaşlarını vurur sonra kendi beynine çekermiş tetiği. Öyle anlatır babam.
Gözlerimde o sahne, Leman Abla söyler ben ağlarım armut ağacının tepesinde,
boğazımda buruk bir tat.
Ayaklarımı
sürükleyerek yaklaşıyorum, “Leman Abla,” diye sesleniyorum, coşkulu bir sesle,
“ben geldim, Recep.” Sevgiyle bakıyor, mavi gözleri sevinçle ışıldıyor, yatık
ikindi güneşinin ışıklarıyla. “Recep!” diyor. “Kurabiyen hazır”. Cumbanın
demirleri arasından bir defter yaprağına sarılmış kurabiyemi uzatıyor. Elleri
permanant kokuyor, kâğıda da sinmiş bu koku. Leman Abla kuaför, bütün gün
evinin altındaki odada perma yapar. Kadınlar saçları kıvrım kıvrım çıkarlar
oradan. Bir süre permanant kokusu bırakırlar arkaları sıra. İştahla ısırıyorum Un
Kurabiyesini. Mis gibi tereyağı
kokuyor. Birkaç gün önce yapılmış olmalı. Yağını dışarı vurmuş, üzerindeki
unlar hamurlaşmış. Dişlerimin arasına sıvaşıyor yağlı hamur. Damağımda tereyağı, burnumda permanant
kokusu…
Silkinerek
uyanıyorum. Etraf karanlık sadece aralık perdeden bir sokak lambasının huzmesi
vuruyor gözlerime. Uzun süre nerede olduğumu kestiremiyorum. Ayaklarımı aşağı
sallıyorum karyoladan, yere değiyorlar. Sanki Osman’ların köşe taşında
oturuyorum, ama taşın sertliği ve serinliği yok.
Evet, rüya
gördüm, mahallemi, çocukluğumu. Kalkıp yüzümü yıkıyorum ama çözemediğim bir şey
var; damağımda tereyağı lezzeti ve odada keskin bir permanant kokusu…
Ertesi gün
işimi hızla bitirip eski mahalleme yöneliyorum. Her şey otuz yıl evvel
bıraktığım gibi. Parke taşı döşeli yollar. Sanki bütün boyutlar küçülmüş; evlerin
cepheleri eskimiş, solmuşlar. Ovularak sarartılmış hane kapıları şimdi koyu
saman rengine dönüşmüş, yer yer çatlaklar oluşmuş üstlerinde, kapı eşikleri
çöküntüye uğramışlar. Şu bahçe duvarı
daha yüksek olmalıydı. Yerde bulduğumuz ekmek parçalarını öpüp başımıza koyarak
sıkıştırdığımız oyukları büyümüş, genişlemişler… Ekmek nimettir yerde
bırakılmaz, bir de kâğıt parçaları; kutsaldır, üzerine Kuran yazılıyor.
Karşıda Osmanların
evi, köşesinde yarı silindirik taş. Yok, her şey eskisi gibi değil, taşın boyu
daha kısa, sanki yol yükselmiş.
Bir garip
sessizlik var sokakta. Mahallenin tüm çocukları yok olmuş. Ne ip atlayan kızlar
var ne kapı diplerine gruplaşmış kıkırdayan ablaları.
Önümden bir
sarı kedi geçiyor, kuşkulu gözlerle bakıyor bana, bu kediyi tanıyorum. Her
zaman bir sarı kedi vardır bu eski mahallelerde. Horoz sesleri yansıyor uzaklardan.
Çocukluğum,
dün geceki rüyam ve şu an aynı boyutta birleşmişler. Sanki aynı tiyatro
dekorunda ısrarla aynı oyun icra edilircesine… Aynı mekânda birisi düşler
âleminden üç ayrı zaman... Ama mizansen bire bir, çakışırcasına aynı… Tek uyumsuzluk bende,
bir türlü algılamıyorum hangi zaman diliminde olduğumu. Hangi detay otuz yıl
evvelinde, hangisi rüyamın, hangisi tükettiğim zamanın?
Köşe taşına
ilişiyorum. O kadar alçak ki; ancak
çömelerek oturabiliyorum, gözlerimi ovuşturuyorum bir süre. Bu şifreyi çözecek
bir tılsım bekliyorum, ya da bir
uyarı beni gerçekler dünyasına geri getirecek.
Kalkıp eski evimize
doğru yürüyorum. Leman Abla cumbanın tahtasına dirseklerini dayamış, uzun sarı
saçları omuzlarında. Hayret, bunca
yıla karşın hiç yaşlanmamış, aynı çocukluğumdaki gibi. Aynı rüyamdaki gibi. Şaşkınlık ve heyecanla ona yöneliyorum. Cumba
şimdi benim boyumda.
“Leman Abla!”
diyorum, sesim titreyerek. Mavi gözleri bana yönleniyor. İkindinin yatık ışıkları
ile parlamıyor gözleri, bir hüzün perdesinin ardındalar.
“Leman Abla, ben
geldim, Recep” diyorum bir daha, kuvvetli ve umutla. Uzun süre öyle ruhsuz
bakıyor, neden sonra tek düze bir sesle yanıtlıyor
“Ben Deniz’im.”
“…..”
“Annem öldü.”
“…..”
“Dün toprağa verdik onu.”
“…..”
“Seksen
yaşındaydı.”