Facebook’da
“1950-60-70 li yıllarda gençliği Bursada geçenlere” notu ile bir yazı dolaşıyor.
Çok sayıda beğeni ve yorum da alıyor. Bu
alıntı bir özettir. Yazının aslı (2001 yılında ölümünün 40. Yılında A.H.Tanpınar
anısına Bursa Denemeleri) yarışmasına katılmış ve ilk kez Osmangazi Belediyesi
tarafından kitaplaştırılan denemeler içeresinde yayımlanmış daha sonra Yavuz
Bubik’in Bir Avuç Bursa adlı kitabında yer almıştır.
Biraz
uzun olmakla beraber tamamını merak edenler için aşağıdadır.
“GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER”
Ben Bursa’ya 195O’li yılların ilk yarısında
geldim. O günler ilçe nüfusu ancak yüz binleri bulabilen ismi ile müsemma bu
şehir bir yeşil denizi, emekli memurların yerleşim tercihi yaptıkları, sakin,
huzurlu, sağlıklı bir kentti. Yerli halka ilâveten 93 Harbi ardından göçen,
batı kültürü ve iş disiplini sahibi Balkan ve Kafkas kökenli muhacirler, aydın,
sivil ve askeri emekliler modern bir flora oluşturmuştu. Herkes birbirini
tanıyamasa bile bir aşinalık bulunur ve yabancılar hemen fark edilebilirdi.
Şehir; Emirsultan, Yıldırım, Atpazarı,
(Dayıoğlu Hamamı mevkii) Demirtaş, Reyhan, Şehreküstü, Merinos evleri,
(Darmstadt Caddesi) Stadyum, Muradiye, Alacahırka, Maksem, Temenyeri, İpekçilik
Enstitüsü, Mollarap, sınırları ile bir elips çizerdi. Fomara binası, (Santral
Garaj civarında) Elektrik santrali, İpekiş, Merinos fabrikası, Yeni sebze hali,
(Günümüzde Bursa Belediye binası) iskân
sahalarını aşıp ovaya uzanmış çıkıntılardı. Yeşil gibi, Tophane Bahçesi gibi,
Çekirge gibi biraz yükseklerden baktığınızda; kuzeydeki dağlara kadar bütün ova
aralarında kırmızı kiremitli damları ve beyaz minareli köylerin solo
yaptıkları, akşam saatlerinde, beyaz- gri ocak dumanlarının nazlanarak
yükseldiği, yeşilin envaı tonu ile
oluşmuş, Tanrısal bir mozaik pano
görünümü sunardı. Şehrin içindeki üç dere, yuvarlaklaşmış iri çakılların
üzerinden yaz günleri bile coşkulu köpüklerle akardı. Cilimboz deresi,
(Stadyum-merinos doğrultusunda üstü kapandı) zaman zaman intihar yeri olarak
seçilecek kadar su taşırdı. Mollaarap’tan inip Yeşil caddesini köprü altından
kat ederek Irgandı köprüsü yakınında katılan kolu ile Gökdere yaz günleri serin
serpintiler taşırdı. Evlerin kapı sundurmalarından asmalar, geniş bahçelerinden
yeşillikler, özellikle dut dalları sarkardı. Bu duvarların ardından, mevsimine
göre; ıhlamur kokusu, şimşir kokusu, incir yaprağı kokusu, koza kokusu,
manolya, hanımeli gül kokusu yayılırdı. Bursa’da sessizliğin kendine has sesi
vardı. Pınarbaşı- Reyhan ekseninde evden eve geçiş yaparak devamlı akan
Pınarbaşı Suyu’nun, köşe başlarındaki sokak çeşmelerinin, (Setbaşında Devrengeç
suları vardı) hırçın derelerin su sesine bülbül şakımaları, gugucuk sedaları,
şen çocuk çığlıkları, Tophane kulesinin tannan
vuruşları, seyyar yoğurtçunun çanı,
sokak satıcılarının melodik haykırışları, Cumhuriyet Caddesinin parke
taşlarından üst mahallelere yükselen yük arabalarının dingil kampanaları,
bakırcılar içinden yankılanan tempolu çekiç darbeleri bu kokularla senkrone
olur, otantik bir senfoni icra ederdi. O kadar ki, mahalle aralarına hatta
Yeşil caddesine kadar yayılmış dokuma fabrikalarından yükselen tezgâh sesleri
gürültü değil, tefe ve taka darbelerini bu senfoniye ritim tutarmışçasına
algılardınız.
At arabalarının dingil kovanları her ustanın
demir dövme tarzı ile farklı bir tını verir. Bursa’da imal edilen bu arabalar
allı yeşilli boyanır güçlü bir çift atın ardında dörder beşer arabalık bir
katar oluşturup Anadolu’ya sevk edilirler. Bursa’yı Eskişehir’e bağlayan Ağa
(Ahı) Dağını tırmanırken bu katarlara rastlanırdı. Bu mahir ustalar karoseri
sanayiinin öncüleri oldular. Bugün
Bursa’da otomotiv sanayii varsa bu şeref onlara aittir.
Yaz aylarında okul çocukları önlerindeki tahta
tepsilerle sokaklara dökülürdü. “Abdülvahit Turan, yeni çıkan Yeni Hayat, iki
tane beş kuruşa” kâğıtlara sarılı bu küçük karamelâlar bilmem Turan
şekercisinin üretimi mi idiler? Yine boyunlarına asılı tahta termoslu sandıkçılarda
küçük çubuklara sarılı Sütsal dondurmaları satılırdı. Sanırım Geye dondurmanın
ilk ürünleri. Simitçiler üç bacaklı sehpalarının üzerine oturttukları saç
tepsiler başlarında bağırırlardı “Eskişehir unundan, Devrengeç’in suyundan,
yeni çıktı fırından taze simiiit.” Bir klarnet, bir keman bir macuncudan oluşan
üçlü, melodili dolaşırdı mahalle aralarında. Başta taşınan sekizgen tepsi üç
bacaklı tahta sehpaya oturtulur, sivri külahlı kapağı kalkınca sekiz ayrı
üçgendeki sarı, yeşil, kırmızı, susamlı, fındıklı, karanfilli koyu ağda meydana
çıkar, satıcının ancak iri bir tornavida marifeti ile kopartıp orta gözden
aldığı dut çubuklarına doladığı tatlı lezzet etrafını çevreleyen çocuk
kalabalığına sadece beş-on kuruşa sunulurdu. Müzik yayını ise cabadan. Dondurmacı; omzundaki ağaç askının bir
tarafına takılı, üzeri tertemiz havlu ile sarılmış küçük fıçı içeresindeki
kalaylı, bakır, derin kaptan dövülerek yassıltılmış kaşıkla aldığı dövme
dondurmayı, dengeyi sağlayan, askının öbür tarafındaki kare prizma camlı
dolabın raflarına dizili, renkli külâhlarla servis yapardı. En üste bir kaşık
meyveli koymak kaydı ile o da beş-on kuruşa. Nane şekercileri daha çok otobüs
duraklarında dolaşırdı, yanık sesleri ile mâniler okuyarak. Ve şerbetçiler
temiz, beyaz önlüklerinin üzerine bellerine bağlı bardak dizili metal kuşak,
sırtlarında deri ile muhafazaya alınmış, ağız kısmı, şakırdayan metal pullarla
ve boncuklarla süslü, parlak pirinç ibriklerden yere eğilerek bir metre kadar
aşağıda tuttukları bardaklara buzlu şerbet akıtırlardı. Mevsimine göre; çilek,
koruk, vişne, karadut, hünnap, demirhindi, limonata. Sol ellerinde taşıdıkları
teneke ibrikteki suyu asgari kullanarak ve fakat gıcırdatarak yıkadıkları temiz
bardaklar içeresinde. Kapalı çarşıda tertemiz kıyafeti ve bembeyaz sakalı ile
bu işi yapan Şerbetçi Hacı vardı ve aynı kılıktaki oğlu Ahmet, ya da Şerbetçi
Niyazi, kocaman güğümleri ile Ayrancı Ahmet Ağa. Kışın da boza ve salep satan
bu adamlar şişelenmiş meşrubat ve Kola’nın ezici rekabeti ile tarihin
derinliklerinde yitip gittiler.
Dışarıdan gelenlere Uludağ Gazozu ikram
edilirdi, Vilâyetin karşında, Çınarlı Kahve’nin bitişiğine, İnegöl Köftesi ve
mutlaka İskender Kebabı. İskender, şimdi de orada olan Atatürk caddesindeki Kebapçı
Nurettin’in dükkânında, Şimdi Vakıflar bankasının bulunduğu yerdeki Tatlıcı
Mecit’in bitişiğindeki tekkenin bahçesine dar bir cepheden dik merdivenlerle
inilerek Hacı Bey’de ya da özellikle Kayhan çarşısındaki Süleyman Efendi’de
yenilirdi. Kayhan Camii’nin yanında ince uzun bir dükkân. Geniş yan camekânı
caminin bahçesine ve şadırvana bakar. Ön cephe bir kapı ve kebap ocağı kadar.
Sürmeli camı yukarı kaldırılmış, sarı pirinçten, süslü tepelikli bir döner
şişi, içinde sıra sıra kömür ateşi dizilmiş, nefis kokular salarak, yağı
damlayarak pişen kuzu eti döner... Yanda ızgara ocağı, pide kuleleri, raflarda
süslü çini tabaklar ve elinde uzun döner bıçağı ile göbekli, gömlek kolları
yarıya kadar sıvanmış, güleç yüzlü Süleyman Usta. Arka cebine sokulmuş, büyük
mendili çıkarır, terini siler, elini uzatır;
“Safa geldiniz.”
Yüksek tavanı ahşap oymalı, duvarlar mavi
çivit boyalı, ocağın arka kısmı muşamba perde ile ayrılarak dolma depolu el
yıkama musluğu yapılmış, altışar sekizer kişilik mermer masalar, üstlerinde
bardaklara sokulmuş renkli uçurtma kağıtları, kahve rengi cilalı tonet
sandalyeler, duvarda tonet askılar ve yan yana asılmış manzara resimleri, dünya
güzeli Keriman Hâlis’in taş basma tablosu. Önce Şıra gelir. Sarı metal kapaklı, yeşil camdan, kiloluk
şişelerde kuru üzümden taze sıkılmış, biraz tatlı, biraz ekşi, biraz kekre,
lezzetli bir içecek. Neden sonra küçük uçurtma kâğıtlarına takılmış çatallar gelir
ve asırlar süren bekleme... Nihayet kebap. Büyüklerinki kayık, uzun tabaklarda,
çocuklara yuvarlak. Küçük pidelerin
üzerine özenle dizilmiş dönerler, bonfileler, böbrekler, şiş kebap ve şiş
köfteler, domates dilimleri, kızarmış yeşilbiberler, bir kenarda patlıcan
közlemesi ve dayanılmaz sıcak kebap kokusu... Biraz sonra garson;
“Yağ ver.” Diyecektir.
Ocakta kaynamakta olan koca bir tava mis
kokulu keçi yağı uzatılır, sarı köpükleri zıplayarak tabaklarınıza gezdirilir,
kebabın kokusu ve lezzeti bir kat daha artar.
Trafik gürültüsü yoktu, trafik de. Saat başı,
Muradiye yolu ile Emirsultan-Çekirge, yarım saatte bir Çekirge-Yıldırım, daha
sonraları Davutkadı-Çekirge, Belediye önü-Muradiye, İtfaiye–Yıldırım, her
çeyrekte Yeşil- Çekirge seferi yapan kırmızı boyalı Bussig marka belediye
otobüsleri yeterli idi. Başlangıç duraklarında hareket saatini bekleyen bu
otobüslerin belediye önünde biri Muradiye hattı, biri çekirge hattı yolcularını
kuyruğa sokan demir kulvarlı ana durağı ve üç memurluk idare ofisi bütün kente
yeterdi. Bu bürodan aylık paso da satın alınabilirdi. Yanındaki küçük bürodan
da Mudanya Vapuru için bilet alabilirdik. Belediye otobüslerinde talebe beş,
tam bilet on kuruş ve Çakırhamam önünde otobüse alınmayacak eşyası olanlar için
Çekirge’ye yirmi kuruşa dolmuş yapan biri 1946 model Opel marka sadece iki
araba. Şehirde dolmuş 1960’larda santral garajın yapımı ile başladı. İnsanlar
sağlıklı olduklarından mı yürürlerdi, yoksa yürüdükleri için mi sağlıklı
idiler? Çekirge’de ya da Karamustafa, Kaynarca’da gelin hamamına giden mahalle
kadınları, kızları bu uzun mesafeyi bile darbukalar, şarkılar eşliğinde
kalabalık guruplar halinde kat ederlerdi. Erkek lisesi, Ticaret lisesi
öğrencileri Maksem caddesini değil de Basak caddesini yeğlerdi. Kız lisesi de o
yokuşta olduğundan. Necatibey Kız Enstitüsünün dağılma saati ise Nasuhpaşa
Hamamının köşesinde veya Mavi Köşe Muhallebicisinde beklenirdi. Platonik sevgililerle
sadece bakışmak için. Orta öğrenim kurumları şehrin merkezinde olduğundan kitap
ve kırtasiyeciler de sadece hükümet civarında toplanmıştı. Şekercioğlu,
Suhulet, Zeki Mumcu, Kitapçı Ali Haydar belki bir iki tane daha.
Sayıları elliyi ancak geçecek kadar özel
otomobiller; çiftlik sahiplerine, ipek fabrikatörlerine, sanayicilere,
tüccarlara ve birkaç doktora aitti. Atatürk caddesinde arzulanan her noktaya
park edebilen bu arabaların kimlere ait olduğu herkesçe bilinirdi. Bir tanesi
belediye önünde, bir tanesi vilâyet önünde üzerleri plâj şemsiyeli beyaz
boyalı, varil tipli trafik noktasında görev yapan polis memurlarına yılbaşı
akşamları bu araba sahiplerince hediye paketleri verilirdi. Trafik polisi
kadrosuna taksim edilecek bu hediyeler üst üste yığılır, güzel bir görünüm arz
ederdi. Bazı sürücülerin zarf içeresinde verdiği nakitler sonraları rüşvet gibi
yorumlanıp bu güzel jest yasaklandı. Yıl boyu kendilerine hizmet sunan ekibe
senede bir defa alenî teşekkürü içeren bu davranışı yasaklamayı takdirinize
sunarım.
Adliyenin önünde keşiflere giden taksilerin
dışında dört beş tane de taksi yazıhanesi vardı. Şimdiki İş Bankasının yanında
taksici Fehmi’nin Güven Taksi, Kürt Mehmet’in Bulut Taksi, İnönü Caddesinde Yeni
Taksi, Tayyare Sineması altında Moda Taksi ve nedense ismi ile değil de telefon
numarası ile anılan Basak Caddesi başındaki 2070. Önlerindeki çığırtkanlar gün boyu “Yalova’ya
vapura, Mudanya, danya, danya.” âvâzı ile müşteri celp etmeye çalışırdı.
Özellikle sabaha karşı Yalova vapuruna gitmek için yazıhaneye isminizi
yazdırmanız yeterdi, herkesin evini bilirdi şoförler.
Moda Taksi ’den Mudanya ve Uludağ otobüsleri
de kalkardı. Deniz modası başlamamıştı, pazar günleri yüzmeye giden gençler
dışında yaz Uludağ’da geçerdi. Dağdaki kayak evi dışında tek tesis Büyük
oteldi. Beceren; lokantası ve tahta barakaları ile profesyonel konaklamanın ilk
öncüsüdür. Fatma Hanım ve Mehmet Beyin tek kişilik orkestra gibi her hizmete
yetiştiği o günleri çocukları bile bilmezler. Çadırlar, portatif barakalarla
kurulan Arıcılar Kampı, Kılıbıklar Kampı, Öğretmenler Kampı, Kızılay Kampı ve
münferit yerleşimlerde babalar sabah şehre iner akşam çıkardı erzak çuvalları
ile birlikte.
Ve bu yükü yıllar boyu Karcı‘nın Austin
otobüsü ve Esat’ın şasisi uzatılmış jeep’i taşıdı. Bütün angaryaları da Bila
bedel, kadirşinas Moda Yazıhanesi.
Gündüzleri guruplar halinde, Zirve’ye, Aras’a, Göller’e Bakacak’a, Dombay
çukuruna, yürüyüşler düzenlenir, gözü yiyenler Softaboğan’da dondurucu suya
girer, belki de gün batımının yer yüzünün en güzellerinden olduğu Belvü’de
gurup seyredilir, otobüsten inecek eşyalı babalar karşılanır, gece de gündüz ki
yürüyüş esnasında toplanmış kuru dallarla kamp ateşi yakılır, şarkılı türkülü
eğlenceler olurdu.
Kirazlıyayla Sanatoryumunun sundurmalı teraslarında
battaniyelerine sarılı hastalar güneşlenirdi. Valiliğin de taştan bir
kulübesinin olduğu bu bölgede Fahri’nin iki katlı ahşap oteli Bursa ve
İstanbullu müdavimlerin kaldığı sıcak bir aile yuvası idi.
Dağda kolluk kuvveti yoktu ama asayiş vardı.
Açık çadırlar, kapısı tel ile bağlı barakalardan hırsızlık olduğunu hiç
hatırlamam, yabancılar hemen seçilir, sarhoşluk veya serkeşlikle huzuru bozmaya
yeltenenler, kampçılar veya buradan geçimini sağlayan kişilerce uygun şekilde
(!) cezalandırılır, bir daha tekerrüre cesaret edemezdi.
Ulucami yanındaki Zeytin Han’ın altında Kamil
Koç’un ve Özen’in, İnönü Caddesindeki
Şimdiki Hüzmen Plazanın olduğu yerde Uludağ, karşısında Bosna Otelinin
altında Kütahya’ya Şevelli Otobüslerinin, sonraları Kumbaralı Saat’in karşısında
Ege Otobüslerinin yazıhaneleri ve durakları vardı. Balıkesir, İzmir, Eskişehir,
Ankara’ya gidecekler sabah erken saatlerde buralardan biner, yolcu geçirenlerin
dışında naneci, şerbetçi, simitçi, gazozcu esnafı ile uğurlanır, ikindi vaktine
tesadüf eden dönüş zamanında da yine aynı takım ve yük arabaları, faytonlar, brıçka’larla
karşılanırdı. Yerli kasa, burunlu, çamurluklarının üzerine monte edilmiş iri
farlı, tamponunun sağ köşesinde kırmızı bez üzerine POSTA flâması taşıyan,
tozlu KOÇ otobüsü, caddeden kıvrılıp Ulucami avlusunun önündeki devâsa çınar
ağaçlarının altına park eder. Arka kapıdan acele inen muavin tahta takozları
yerleştirir, otobüsün arka ortasındaki dar, demir merdivenden dama tırmanır,
demir parmaklıklara bağlanmış urganı çözer, alta yayılıp uçları beceri ile
katlanmış brandayı kaldırır, un gibi ince bir toz bulutu önce havalanıp sonra
başları yukarda bavul bekleyen insanların üzerine çöker. Muavin özenle
yerleştirilmiş, bavulları, sepetleri, denkleri teker teker merdivenden
kaydırarak uzanan sahiplerine dağıtır, en sonra da posta torbalarını indirip
geçerken postaneye bırakmak üzere arka koltuğun üstüne aktarırdı. Bu seremoni
çabucak biter, önce yolcularını almış fayton ve brıçkalar sonra da otobüs alanı
terk eder, yazıhane yine rekor seviyedeki, kır, pala bıyıkları ile Dayı’ya ve
sessizliğe terk edilirdi. Kazalardan gelen otobüsler, İnönü, Cumhuriyet caddesi
ve civarına dağılmış gerçek mâniadaki hanlardan kalkar ve buralarda park ederdi.
Mudanya’ya 125 kuruş, Yalova’ya 300 kuruşa.
Ulucami yanındaki bilet ofisinin önünden kalkan özel otobüsü
ile Devlet Hava Yolları uçakları on beş lira ücretle günde üç dört sefer İstanbul’a, haftada bir
Ankara’ya uçardı. Bir ara Vecihi Hürkuş’un yedi kişilik, bez kanatlı uçakları
ile İstanbul’a dolmuş yaptığını da hatırlıyorum.
Birkaç yıl evvel seferden kaldırılan Mudanya
treninden geriye metruk istasyon binaları “Uyan tren bademliye geldi”
deyimi ve Demirtaş’tan Mudanya’ya kadar, esasen yavaş ve dolaşarak yol alan bu
katarla, yarış eden pehlivan enseli, ustura vurulmuş koca kafası ile sempatik
meczup Hafız kalkmıştı. Onun ter damlaları ile kaplı, artistik portresi uzun
yıllar Foto Yıldız’ın vitrinini süsledi.
Kış kışlığını yapar, Bursa’ ya “adam gibi”
kar yağardı. Günlerce duran, buza çeken bu karda geceleri, kadınlı erkekli
guruplar İpekçilik Caddesinden, Namazgâh’dan tahta merdivenlerle kayarlardı.
Kuş göçü mevsiminde şehrin en ışıklı mahalli Heykel’de bıldırcın yağmurlarını,
Atatürk caddesinde atlı kızakları anımsıyorum. Kayak sporu için Uludağ’a
çıkanlar tepelere skileri ile yayan tırmanır, akşam dönüşte şehre kadar kayarak
inerlerdi. Kirazlı ile Otel bölgesinin ortasında yapılmış taş kulübede (Otel
gözü) sığınacak olanlara devamlı yakacak odun bulunurdu ve korumasız bu yapıya
kimse zarar vermezdi.
Çarşılar 1958 (24 ağustos Pazar, 2000
civarında iş yeri yandı) yangınına kadar arasta düzenini korudular. Çakırhamam
karşında faytonların, yük arabalarının ve oduncularının arasından girip; Bakırcılar,
Köfüncüler, Çıra pazarı, Şekerciler, Sahaflar, Çantacılar, Kavaflar,
Kuyumcular, Bezzazlar, Havlucular, Yorgancılar, Pazaryeri, Bıçakçılar,
Demirciler, Sobacılar, Bat pazarı, Hazır elbiseciler, Keresteciler ünitelerinin
orta bölümünde ahşap kemerli damı ile Kapalıçarşı yer alırdı. Şehre gelen
yabancılar için en cazip ve Bursa ipeklilerinin, havluların, her türlü giyim eşyasının
satıldığı Örtülü Çarşı merkezdi. Bursa’nın kurtuluş bayramı törenlerinde Askeri
birlikler ve okullardan sonra bu esnaf temsilcileri de geçit resmine katılırdı.
İmalât işleri ile uğraşanlar süsledikleri kamyonlar üzerinde sanat gösterisi
yapar diğer esnaf gurupları lacivert elbiseleri içinde asker disiplini ile
geçerlerdi. En son olarak da itfaiye arabaları. Doğaldır ki bütün tören boyunca
Belediye Bandosu çalar, Cumartesi öğlen ve Pazar akşamı Heykel önündeki bayrak
törenini gerçekleştiren emektar bando takımı, Şef Tatar Halil ve sempatik
trampetçisi Mikro Niyazi coşku ile alkışlanırdı.
Çarşının en renkli olduğu dönem Koza Zaman’ıdır.
Köyler bir yana şehirde de pek çok ev baharda birkaç paket tohum açar. Her
sabah bahçelerden taze kesilip eşek yükleri ile taşınan dut yaprakları bir
odaya yayılır, böcek tohumları dökülür, sokaklara taşan tatlı bir hışırtı ile
filizleri tüketen bu obur tırtıllar koza sarıp meşakkatli altı haftanın sonunda
satıma gelirler. O zaman koza hanında koza borsası kurulur. Küfeler, sepetler,
bohçalarla evlerden ve köylerden taşınan mahsul erken saatte hanın kapısından
başlayıp çarşının sonuna kadar kuyruk oluşturur. Koza Birlik yanında ipek
fabrikatörlerinin eksperleri avuç, avuç inceler, fiyat biçerler. Mallar mahşeri
kalabalıkta, han avlusunun etrafındaki mağazaların önlerine gerilmiş bez
levhalar altındaki Hacı Resul, İpeker, Yılmazipek, Sait Ete, Fahri Batıca,
Garipoğlu, Kooperatif kantarlarına taşınır. Okul talebeleri kantarcılık
yaparak, kollarında Kızılay bandrolleri ile sepetler içindeki ezik kozaları
ayıklayarak ve tezkere kırarak harçlıklarını çıkartırlar. Firmalar satın
aldıkları mala bir fiş verir ve en erken akşam saatinde veya ertesi gün ödeme
yaparlar. Parasını alıp köye dönme acelesinde olanlar az bir komisyon karşılığı
tezkeresini kırdırır, çocuklar da. Her gün dönen, küçük bir sermaye ile para
kazanırlar. Beygirli, arabalı nakliyeciler, çarşı hamalları için bereket dönemi
olan bu bir iki haftalık pazarda esnaf ve seyyar satıcıların yüzü güler. Bir
aylık zahmetli üretim kadınların eseri olduğundan teamül gereği bu paraya evin
erkekleri dokunmaz, kadının bir yıllık giyecek masrafı, genç kızların çeyiz
hazırlıkları, takı alımları hep bu paradan karşılanır.
Merinos Fabrikası kendi içine kapalı sosyal
aktiviteler sitesi idi. Elit tabaka ve burjuva Çelikpalas Otelinde yuvalanır,
renkli balolar burada tertiplenirdi. Güzelim belediye binasının önünü kapatan
Dağcılık Kulübü binası (Sonraları nikâh dairesi oldu) ve çam ağaçlıklı bahçesi
özellikle geceleri ailelerin mekânı idi. Devlet Tiyatrosu olmadan önce Halk Evi
binasının avlusu da benzer özellikte idi ve tabii ki kırmızı damlı, yeşil
bahçeli aşağı mahallelerin, gerisindeki nihayetsiz ovanın seyredildiği Yeşil
Kahvesi ve Tophane Bahçesi. Esnaf takımı Çakırhamam’daki Kadifeli Kahveye,
memurlar, emekliler, özellikle asker emeklileri işletmecisi Rıdvan beyin hep
büyük ceviz masasının ardında oturduğu Mahfel’e, gençler ise Mahfel’in bilardo
salonu, yan aralığındaki, Parmaksız Süleyman’ın işlettiği Akın Spor Lokaline
veya hemen karşında Gökdere üzerine asma balkonlarla uzanmış Ferah
Kıraathanesi’ne (şimdi Kütüphane oldu) devam ederdi. İnsanlar modern giyinirdi. Erkekler yaz günleri bile ceketli ve kravatlı
olur, ceket yakasına mutlaka okuduğu okulun, icra ettiği sanatın veya mensubu
olduğu kulübün rozetini takarlardı. Bu rozetler, Dağcılık Kulübünün bahçe duvarı
önüne sıralı, süslü sandıklı ayakkabı boyacılarının yanında demir parmaklıklara
yasladığı mukavva panoda her cins rozeti teşhir eden Rozetçi Cici’den temin
edilirdi. Orta yaş sınırı ve üzerindekilerin açık başla gezmeleri ayıptı.
Kışları fötr yazları hasır şapka giyilir, ısmarlama yapılmış, çift kösele
ayakkabılarını gıcırdatarak yürürler, kapalı giyinmek isteyen hanımlar eşarpla
yetinir, modern hanımlar Selçuk Oto Kursu’nun çift direksiyonlu arabası ile Yeni kaplıca önündeki (8) şeklindeki
pistte eğitim alırdı.
Haşim İşçan’ın valiliği döneminde yapılmış, Yeni Hastane, karakol binaları,
kapalı Pazar yeri, Vali Konağı, Haşim İşçan ilk okulu (Osmangazi Kaymakamlığı)
ile Yenal Pasajı, Ali Haydar apt, Hacı Resul iş hanı ve inşa halindeki Emlâk Bankası, Yeni Postahane (Eskisi T.Ticaret bankasının yerinde idi.) İş bankası dışında
ki binalar; Cumhuriyet ilk dönemi resmi binaları, Halkevi, Tayyare Sineması, ve
Mimar Kemâlettin Bey tarzı, yuvarlak balkonlu iki üç katlı apartmanlar geri
kalanları da Ermeni yapımı veya klâsik Türk mimarili çıkmalı, iki-üç katlı,
büyük giyotin pencereli ahşap, yarı kâgir evler ve konaklar sitilini korumakta idi. Bunlardan Atatürk caddesi
üzerinde olanların ilk katları iki üç basamakla çıkılan dükkânlara dönüşmüştü.
Maliye binası ile Setbaşı Köprüsü arasına
açılmış bulunan cadde yeni binalarla dolarken
Şafak (saray) sinemasında köprüye kavuşan Ünlü Cadde ihtişamını yitirmiş
terziler ve ısmarlama kunduracılara
kalmıştı.
Atatürk caddesinde yaz kış akşam saatleri
mutlaka tur atılırdı. Daireden çıkmış
memurlar, okul talebeleri, çarşı esnafı, emekliler ve caddenin değişmez
müdavimleri ikili, üçlü guruplar halinde kol kola yürürler, fötr şapkalar baş
yukarısına kadar kaldırılarak selâmlaşılırdı.
Piyasa’ya Yeni Postanenin
köşesinden başlanılır. Önleri vitrin pencereli lobisi ve kıraathanesi ile Luca
Palas Oteli, öğlen saatlerinde müşterilerin önünde kuyruk olduğu, tek masalık, kuru fasulyeci Adem, kunduracı
Refik, İş bankası, Güven Taksi, Bulut taksi, Hüzmen Zade’nin acentesi, Tatlıcı
Nezir, Saatçi, Gökmener Eczanesi, berber salonu, Gürses Radyo, Kumaşçı İngiliz
Halit, Naci Kurtul’un Güven Sigortası,
Hazır Elbiseci, Temizel Lokantası, yan yana iki terzi dükkânı, Karagöz’ün
bânisi Şeyh Küşteri’nin mezarı (Bir gece içeresinde yok edilerek dükkân
yapıldı), Kafkas Pastahanesi, bir saatçi daha, önünde oturulabilen içerlek
muhallebici, Gömlekçi ve her şeyci Şükrü
Tüfekçi, Meraklı Yemişçi, Eczacı Bediha Hanım, soğuk Uludağ gazozu içilen
sigara bayii, Foto Rekor, Eski Postahane ve Hükümet önü, Atatürk Heykeli.
Süreyya Öğünç’ün beyaz eşya mağazası, Orhan Akkök ve Berk mağazaları,
tuhafiyeci, Frigosu ile ünlü Turan Pastahenesi, ayakkabıcı Sabri Türemen, ve
önünde oturulabilen, vişneli dondurması harika Mavi Köşe, Ahmet Tevfik beyin
eczanesi, Dondurmacı Şaban, ve dar Setbaşı Köprüsü (sonradan bir misli
genişletildi ), coşkulu akan dere, kenarındaki alanda mahkûmlara yaptırılmış
voleybol sahası, Mahfel; Demir ayaklı, yuvarlak mermer masaları, demir
sandalyeleri ile çay bahçesi. Kapısında
ama gazeteci, bir sıra küçük dükkanlar, tam karşısında caminin önünde yine sıra
dükkanlar. Kuru Kahveci Nermin Hanım, Karlıova Kitapevi, köşede çapraz kapısı
ile muhallebici Şaban, bitişiğinde tuhafiyeci Süreyya Hanım parke döşeli küçük
meydanın ortasında ihtişamlı bir çınar ağacı ve arkasında ahşap karakol. Tur bu
noktada biter geri dönülürdü. Başlama
ve bitim noktalarının dışına katiyen çıkılmazdı. Karşı kaldırıma ise piyasa
niyeti ile asla. Piyasa erbabı o yöne ya ilin tek çiçeksi (Ruşen) için ya
sinemaya bilet almaya ya da Ulucami yanındaki fırının önünde çınara dayalı
camekanı ile meraklı ayakkabı boyacısı Sait’e geçerdi.
Ortası ağaçlıklı Altıparmak Caddesi, yüksek
setli bahçesinin içindeki beyaz boyalı ahşap mimarisi ile Turing Otel ve karşı
sırada bahçe içindeki şirin köşkte bulunan Özel İnal-Ertekin okulu ve bir kaç
bina dışında sağlı sollu, iki katlı dar cepheli Yahudi evleri, stadyum karşısındaki yine beyaz boyalı ahşap
konakta hizmet veren Sigorta Hastahanesi’nde biterdi. Sonrası yapılmakta olan ikramiye
evleri (banka evleri), at kestanelerinin tepesini kapattığı bulvarlı yol
(sonraki yıllarda yol kenarlarındakiler troleybüs geçirileceği savı ile
kesildiler), Vali konağına kadar boş yeşillikler ve Eşekboğan deresi (Kültür
park).
Ağaçlar, gümrah makiler, bahçeler arasında kıvrılarak giden yolun kuzey
ve güney kıyılarında yeşil boşluklar, aralarına kovboy kasabaları gibi tek sıra
serpilmiş binalardan sonra baharda erguvanların bezediği yeşil yamaçlar, mağrur
kavak dizilerinin bekçiliğindeki, pembe- beyaz çiçekli şeftali bahçeleri başlar
ve köylere kadar bir tek dam görülmezdi. Ve buralara bülbül dinlemeğe
gelinirdi.
Gazi köşkü, Çelikpalas, karşısında zarif otobüs durağı ve durağın küçük
büfesinde Yeni Kaplıca, Karamustafa,
Kaynarca hamamlarından çıkanlara sunulan nefis ayran. Demirci İhsan beyin,
Selim Süter’in Tütüncü Fazıl Erman’ın, Urgancılar’ın geniş bahçe içeresindeki Aslanlı
Köşk’ü, nadide ağaçlıklı bahçesi ve havuzu ile Kükürtlü otel ve kaplıcaları,
karşısında bir iki ahşap ev ve Simitçi Baba’nın gaip türbesi. Orman Okulu,
karşısında birkaç ahşap ev daha, durağa da adını veren, Fahri Batıca’nın
kırmızı tuğla bordürlü Çukur Köşk’ü,
Yeni yapılmış bir çift bahçeli apartman, Eski Eserler Kurumunca yenilenmiş, Süleyman
Çelebi Türbesi, karakolun karşısında birkaç evlik bir koloni daha ve Eski
Kaplıca’ya sapan köşede başlayan binaları ile
Çekirge; şehirden uzak bir banliyö ve kaplıca bölgesi idi.
Özellikle yaz ayları bir başka olurdu. Romalılar döneminden beri şifa
veren büyük havuzlu hamamlar, kimi konak, kimi otel olarak yapılmış, hepsi
banyolu otel olan onlarca ahşap, oymalı bina. Yine onlarca, özel banyolu, küçük
aile otelleri, bir han kapısından girilircesine tek katlı binanın ardında
yükselen yeni Gönlüferah Oteli, Adapalas, sarp yamacın üzerinden, yaşlı
çınarların gölgesinde ova, günbatımı ve gurubun renklerini yansıtan Nilüfer
Deresi peyzajı ile Hüsnügüzel ve Selvinaz bahçeleri ve hamamları, banyoculara
pansiyon veren yüzlerce ev ve ahşap binası ile Askeri Hastahane. Bu kadar
yabancıya hizmet veren her türden esnaf dükkânı ve yakın köylerden, bahçelerden
taze sebze, meyve, süt getirip satan köylüler.
Başkaca bir yol olmadığından İzmir ve Mudanya yönüne giden bütün
araçlar Çekirge’den geçerdi. Öğlen saatlerinde Mudanya vapurundan gelen otobüs
ve kaptıkaçtılar, isterepenteli
dolmuşlar, taksiler Armutlu meydanına yanaşır, arabaların çevresini pansiyon
temin eden, bavul taşıyan çocuk kalabalığı ve gürültüsü sarardı. Bu kadar
yatağa rağmen yer bulamayıp dönenler olurdu. Güneşin batması ile beraber art
arda onlarca fayton çıngıraklı nal sesleri ile Bursa’dan aldıkları müşterileri
meydandan bir tur attırıp geri götürürlerdi. Hüdâvendigâr Camii’nin bahçesinde Bursa
Sergisi kurulurdu.
Muhittin Baha beyin (Pars) Havuzlu Park’ı yalnız Bursa’nın değil
ülkenin tek tesisi idi o zamanlar. Bir büyük, bir küçük, bir derin atlama
havuzunun bir yanını sıra sıra soyunma kabinleri kaplar, karşı yönde kat kat
teraslarla yükselen büyük arazide çay bahçesinin demir, yuvarlak masa ve
sandalyelerinde oturacak yer bulunmazdı. İkindi vaktinden sonra, banyocularla
nüfusu dörde beşe katlanmış bütün Çekirge’liler ve fayton fayton, otobüs,
otobüs Bursa’dan gelenler yanlarında getirdikleri yiyecek çıkınlarını açar,
yalnız çay bahçesini değil ulu ağaçların gölgelediği, yapay gölün kenarındaki
alana da yayılırlardı. Gölde sandallar dolaşır, yandaki hayvanat bahçesinin
tavşanları ile oynaşılır, semt delikanlıları yabancı kızlardan iş çıkarırdı.
Akşamları çay bahçesinin sahnesinde ünlü sanatçılar program yapar, geceleri de
yapay gölün ortasındaki Ada Gazinosu geç saatlere kadar çalışırdı. Meydandan
Acemler tren istasyonuna kadar olan yolda tek bina Muhittin Baha beyin Pembe
Köşkü ve aşağılardaki un değirmeni. Bağlar bahçeler arasından yankılanan musiki
sesi ile uyuyan Çekirge’liler sabahları da kuş seslerinin gürültüsü ile
uyanırlardı.
Kış gelince sessizlik ve gariplik çökerdi.
Kaplıcalar hamam bohçalı kadınlara, otellerin özel hamamları da evlenme cüzdanı
ibraz etmek kaydı ile çiftlere kalırdı.
Önce sanayi ardından iç göç, dış göç geldi,
sonra da yap-satçılar. Eski evlerle beraber sokaklara sarkan erik ağaçları, dut
dalları, şimşir kökleri de moloz kamyonlarına yüklenip götürüldüler,
beraberlerinde tarihi, hatıraları ve yerine konulamayacak değerleri de.
Pınarlar kurudu, sokak çeşmeleri sustular. İnsanlar bazı değerlerin kıymetini
ancak yoklukta anlarlar, sağlık gibi, ömür gibi... Kırk yılda yok olan bir
şehri de şimdi aradığımız gibi.
Gelişim rüzgârları, siyasi çıkarlar, rant
hesapları, adamsendecilik, vurdum duymazlık, plânsızlık, görgüsüzlük, rüşvet,
hatır, ilkellik...
Suçlu aramıyorum. Yeşili arıyorum... “Ovada
ince yollar” gölgelenmiyor artık. Ova
mı kaldı? Eski kokuları arıyorum, bulamıyorum. Eski tatları da... Baba
dostları; Pınarbaşı’nın ya da Emirsultan’ın uhrevi ikliminde mezar taşları...
Akranlar eksilmiş... Siperini çapkınca yukarı kaldırdığı okul kasketinin
altından sarı perçemi sarkan enstitülü kız, bir avuç büyük hanım olmuş...
Aşinaların pek azı ile sadece cenaze namazlarında karşılaşmak olası... Atatürk
Caddesi aynı genişlikte ama daralmış... Selâmlaşmayan insanlar şimdi telaşlı
yürüyorlar...
Eski Bursa’yı arıyorum, bulamıyorum,
bulamıyorum... Galiba ben gençliğimi arıyorum da...
YAVUZ BUBİK Ağustos
2001