Yarım asır evvelinin haberleşme gereçlerinde tele(siz)komünikasyon
henüz yaygın değildi. Telsiz kullanımı;
ordu, deniz ve hava taşımacılığı, bazı devlet kuruluşlarının tekelinde ve
devletlerin ciddi kontrolü altında yapılabilirdi. Tabii ki casusluk endişeleri
yüzünden. Halk kitlelerinin kullanımına sunulan sadece alıcı radyo
cihazlarıydı. Bu alıcılar için metrelerce antene gereksinim duyardık. Çok katlı, sarmal, çıplak bakır teller
evlerin damlarından komşu damlara çekilir, her iki ucuna belirli aralıklarla
porselen izolatörler (fincan) yerleştirilir, ortaya yakın bir noktaya
sabitlenen yalıtkan kablo pencereye açılan bir delikten sokularak olabildiğince
kısa bir hatla alıcıya girerdi. Net
yayın alabilmek için, alıcıdan çıkan ikinci bir hat da en kısa yoldan toprağa
verilirdi. Antenle toprak hattı arasına
küçük bir şalter bağlanır ve yağmurlu havalarda bu şalter devreye sokularak
antenin çekebileceği yıldırım, cihaza zarar vermeden toprağa aktarılırdı. Bugün
bile eski evlerin pencere pervazlarında bakalit saplı bu şalterlere rastlamak
olasıdır. Yabancı uyrukluların ve
komünizm şüphesi ile takipte olanların çatı anteni kullanmaları yasaktı. Bu sakıncalı(!) kişiler yalnız, bir metre
boyunda çapraz çakılmış iki çıtanın köşegen oluşturduğu kareyi birkaç sefer
çevreleyen Çerçeve Anten kullanabilir ve tabii ki kısa dalga yayınları
alamazlardı.
Radyo verici istasyonları ve telsiz yayınları için
anten tarlalarına (!) gereksinim vardı. 15-20 metre yüksekliğindeki onlarca
Pilon arasına yine porselen veya cam izolatörlerle, yüzlerce metre bakır teller
çekilirdi. Bu tarlalar için tercihen
yüksek tepeler seçilirdi. Yeşilköy hava alanının pilonları ile kaplı alan
sanırım hâlâ Telsiz semti olarak anılıyor.
Ülkenin birçok yerinde ordunun telsiz dinleme
postaları vardı. Elektrik
şebekesinin bulunmadığı bu merkezlerde ters yatırılmış bisiklet gibi bir aparatın
önüne oturan bir er pedalları kol gücü ile saatler boyu çevirir zincirin bağlı
olduğu küçük jeneratör de alıcı cihaza gerekli cereyanı üretirdi. Homojen bir
üretim için aparata monte edilmiş voltmetreyi (ampermetre de olabilir) sürekli
izlemek ve aynı noktada sabitlemek gerekirdi.
Yedek subaylığımı yaptığım 1960 yıllarda bunlar yerine
Telsiz Röle İstasyonları vardı. 50-100
km. ara ile yüksek doruklara kurulmuş, birbirlerini gören çanak antenler ve son
derece teknik aletler, tabii ki düzenli elektrik üreteçleri... Telefon büyük
illerin ve çok kısıtlı kitlenin haberleşme aracı idi. Resmi daire ve
bürokratlar dışında manyetolu santrallarda hat sahibi olabilmek bir imtiyazdı,
nerede ise.
Birçok ilçe, hemen bütün bucaklar ve jandarma
karakolları PTT’nin değil Jandarmanın şebekesi ile görüşebilirlerdi. Şebeke
dediğim, telgraf direkleri, ağaç dalları, bina duvarlarına çekilmiş, vasıfsız
iletkenli ve tekli hatlar. Bir
arkadaşım, 1960’lı yıllarda kaymakamlığına atandığı Bursa’nın Keles ilçesi
telefon hattının, bir köyü kat ederken, köy mezarlığının dikenli telinden elli
metre kadar faydalanılarak görüşebildiğini anlatmıştı.
İkinci hattı toprak tamamlardı. “Toprak hattı çok önemli bir olaydır.”
Telefon araçları veya santrallardan çıkan bir hat yarım metre derinden toprağa
verilir. Daha net iletişim kurmak için
toprak hattını zaman zaman ıslatmak gerekirdi.
Asit ortamın daha iletkenlik kazandıracağı var sayımından mı yoksa bir
erin “Toprak hattına su dek ulan” emrini yanlış anlayışından mı kaynaklanır
bilemem? Toprak hattına işemek usuldendi.
Bizim kuşak tıpkı bizden evvelkiler gibi hep telgraf
çekti. Belki de bundan galat, Anadolu ahalisi hâlâ telefon etmez, telefon
çeker. 1860’larda Kırım harbi ile ülkeye giren telgraf demir yollarının
vazgeçilemez gereksinimi yüzünden paralellerine çekilen hatlar ve iyi yetişmiş
fedakâr telgrafçılar ile İstiklâl savaşında çok yarar sağladılar. İstiklâl harbi arşivleri “dakika tehiri idamı
muciptir” veya “makine başında” üst başlıklı telgraf metinleri ile
doludur. Acil durumlarda önemli kişiler
makine başına gelerek karşılıklı yazışırlardı (chat’leşirlerdi) tabii ki
telgraf memurunun tercümanlığı ile. Zira Mors bilebilmek, yabancı dil bilmek
gibidir. Okur-yazar oranının %10’larda dolaştığı bir dönemde ise ayrıcalıktır.
Telgrafçılar, manipleyi genelde sol el ile kullanırdı.
Sağ el, kulakla algıladıkları sinyalleri yazıya dökmek için gereklidir. Kâğıt
şerit üzerindeki nokta-çizgiye ancak tereddüt halinde müracaat ederdiler. Kelimeler arasındaki fasılanın kısa düşmesi,
yanlış basılmış harfler komik ve anlamsız kelimelere sebep olurdu. Hele şifreli metinlerde bu sorunlar çok
olurdu. Toplu yerlerde telgrafçılar
parmakları ile masa veya başka bir zemine mors vurarak karşılıklı görüşür, hava
basarlardı.
Telgraf çıkış ve varış merkezlerinin kısa rumuzları
olur, kurumlar ve ticari işletmeler kısa Telgraf Adresi’ ne sahip olurlardı.
Zira telgrafı kısa ve anlamlı yazmak gerekli ve mecburiyettir. Ücret mesafeye
değil kelime sayısına göre tahakkuk eder.
Başlangıçta; Yıldırım, Acele, Normal, ELT, Cevaplı, Karşılaştırmalı, Lüks
gibi servis işareti taşırlar.
Alınan metinler, Fransa’daki orijinlerinin nerede ise
kopyası, ikinci hamur, özel basımlı kâğıtlarına sabit kalemle yazılır
bisikletli, özel dağıtıcıları eli ile anında teslim edilirlerdi. Köylere ise ek bir ücret alınarak atlı
Sürücü’ ler marifeti ile ulaştırılırdı. Lüks ibareli olanlar üzerinde Çocuk
Esirgeme Kurumunun amblemini taşıyan farklı bir kâğıda yazılır, fazladan alınan
ücret de bu kuruma giderdi. Yıllar
sonra kâğıt şeritlere daktilo harfi ile baskı yapan Telem makineleri çıktı.
Bugün bile telgraf varakları veya postane damgalı kopyaları mahkemelerde ispat
edici vesika olarak kabul görmektedir.
Tren istasyonlarının binalarından dışarı taşan maniple
tıkırtılarını, ahşap telgraf direklerine kulaklarımızı dayayarak akım taşıyan
tellerin rezonans seslerini büyük bir zevkle dinlerdik. Omuzlarında bir kangal
tel ve iç çeperi sivri dişli, yarım daire, çelik tırmanma aparatları taşıyan,
maharetle tahta direklere tırmanan hat bakıcılarını gıpta ile seyrederdik. Bu adamlar hat boylarında gün boyu, başları
yukarı dönük yürürler, şebekeyi ayakta tutarlardı.
Onlar da zamanın acımasız derinliklerinde yok olup
gittiler. Her yeni buluş bir evvelkinin
pabucunu dama attı! Sadece bir hoş seda
kaldı o günlerden;
Telgrafın tellerine kuşlar mı konar?
İnsan sevdiğine yârim, böyle mi yapar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder