25 Nisan 2018 Çarşamba

İLETİŞİM


Yarım asır evvelinin haberleşme gereçlerinde tele(siz)komünikasyon henüz yaygın değildi.  Telsiz kullanımı; ordu, deniz ve hava taşımacılığı, bazı devlet kuruluşlarının tekelinde ve devletlerin ciddi kontrolü altında yapılabilirdi. Tabii ki casusluk endişeleri yüzünden. Halk kitlelerinin kullanımına sunulan sadece alıcı radyo cihazlarıydı. Bu alıcılar için metrelerce antene gereksinim duyardık.  Çok katlı, sarmal, çıplak bakır teller evlerin damlarından komşu damlara çekilir, her iki ucuna belirli aralıklarla porselen izolatörler (fincan) yerleştirilir, ortaya yakın bir noktaya sabitlenen yalıtkan kablo pencereye açılan bir delikten sokularak olabildiğince kısa bir hatla alıcıya girerdi.  Net yayın alabilmek için, alıcıdan çıkan ikinci bir hat da en kısa yoldan toprağa verilirdi.  Antenle toprak hattı arasına küçük bir şalter bağlanır ve yağmurlu havalarda bu şalter devreye sokularak antenin çekebileceği yıldırım, cihaza zarar vermeden toprağa aktarılırdı. Bugün bile eski evlerin pencere pervazlarında bakalit saplı bu şalterlere rastlamak olasıdır.  Yabancı uyrukluların ve komünizm şüphesi ile takipte olanların çatı anteni kullanmaları yasaktı.  Bu sakıncalı(!) kişiler yalnız, bir metre boyunda çapraz çakılmış iki çıtanın köşegen oluşturduğu kareyi birkaç sefer çevreleyen Çerçeve Anten kullanabilir ve tabii ki kısa dalga yayınları alamazlardı.
Radyo verici istasyonları ve telsiz yayınları için anten tarlalarına (!) gereksinim vardı. 15-20 metre yüksekliğindeki onlarca Pilon arasına yine porselen veya cam izolatörlerle, yüzlerce metre bakır teller çekilirdi.  Bu tarlalar için tercihen yüksek tepeler seçilirdi. Yeşilköy hava alanının pilonları ile kaplı alan sanırım hâlâ Telsiz semti olarak anılıyor.
Ülkenin birçok yerinde ordunun telsiz dinleme postaları        vardı. Elektrik şebekesinin bulunmadığı bu merkezlerde ters yatırılmış bisiklet gibi bir aparatın önüne oturan bir er pedalları kol gücü ile saatler boyu çevirir zincirin bağlı olduğu küçük jeneratör de alıcı cihaza gerekli cereyanı üretirdi. Homojen bir üretim için aparata monte edilmiş voltmetreyi (ampermetre de olabilir) sürekli izlemek ve aynı noktada sabitlemek gerekirdi.
Yedek subaylığımı yaptığım 1960 yıllarda bunlar yerine Telsiz Röle İstasyonları vardı.  50-100 km. ara ile yüksek doruklara kurulmuş, birbirlerini gören çanak antenler ve son derece teknik aletler, tabii ki düzenli elektrik üreteçleri... Telefon büyük illerin ve çok kısıtlı kitlenin haberleşme aracı idi. Resmi daire ve bürokratlar dışında manyetolu santrallarda hat sahibi olabilmek bir imtiyazdı, nerede ise.
Birçok ilçe, hemen bütün bucaklar ve jandarma karakolları PTT’nin değil Jandarmanın şebekesi ile görüşebilirlerdi. Şebeke dediğim, telgraf direkleri, ağaç dalları, bina duvarlarına çekilmiş, vasıfsız iletkenli ve tekli hatlar.  Bir arkadaşım, 1960’lı yıllarda kaymakamlığına atandığı Bursa’nın Keles ilçesi telefon hattının, bir köyü kat ederken, köy mezarlığının dikenli telinden elli metre kadar faydalanılarak görüşebildiğini anlatmıştı.
Manyetolu telefonlar ve bunları besleyen 6-12 voltluk pillerle, karakoldan karakola veya merkezden merkeze birbirine hat aktararak (yol vererek) yapılabilen görüşmeler, meraklı dinleyicileri devamlı hatta tuttuğundan, akım iyice düşer ve kesintiye uğrardı. Bu durumda çözüm, galiz küfürler veya “... Aradan çık, kaymakam bey görüşecek” tehdidi ile sağlanabilirdi.
İkinci hattı toprak tamamlardı.  “Toprak hattı çok önemli bir olaydır.” Telefon araçları veya santrallardan çıkan bir hat yarım metre derinden toprağa verilir.  Daha net iletişim kurmak için toprak hattını zaman zaman ıslatmak gerekirdi.  Asit ortamın daha iletkenlik kazandıracağı var sayımından mı yoksa bir erin “Toprak hattına su dek ulan” emrini yanlış anlayışından mı kaynaklanır bilemem? Toprak hattına işemek usuldendi. 
Bizim kuşak tıpkı bizden evvelkiler gibi hep telgraf çekti.  Belki de bundan galat,  Anadolu ahalisi hâlâ telefon etmez, telefon çeker. 1860’larda Kırım harbi ile ülkeye giren telgraf demir yollarının vazgeçilemez gereksinimi yüzünden paralellerine çekilen hatlar ve iyi yetişmiş fedakâr telgrafçılar ile İstiklâl savaşında çok yarar sağladılar.  İstiklâl harbi arşivleri “dakika tehiri idamı muciptir” veya “makine başında” üst başlıklı telgraf metinleri ile doludur.  Acil durumlarda önemli kişiler makine başına gelerek karşılıklı yazışırlardı (chat’leşirlerdi) tabii ki telgraf memurunun tercümanlığı ile. Zira Mors bilebilmek, yabancı dil bilmek gibidir. Okur-yazar oranının %10’larda dolaştığı bir dönemde ise ayrıcalıktır.
Telgrafçılar, manipleyi genelde sol el ile kullanırdı. Sağ el, kulakla algıladıkları sinyalleri yazıya dökmek için gereklidir. Kâğıt şerit üzerindeki nokta-çizgiye ancak tereddüt halinde müracaat ederdiler.  Kelimeler arasındaki fasılanın kısa düşmesi, yanlış basılmış harfler komik ve anlamsız kelimelere sebep olurdu.  Hele şifreli metinlerde bu sorunlar çok olurdu.  Toplu yerlerde telgrafçılar parmakları ile masa veya başka bir zemine mors vurarak karşılıklı görüşür, hava basarlardı.
Telgraf çıkış ve varış merkezlerinin kısa rumuzları olur, kurumlar ve ticari işletmeler kısa Telgraf Adresi’ ne sahip olurlardı. Zira telgrafı kısa ve anlamlı yazmak gerekli ve mecburiyettir. Ücret mesafeye değil kelime sayısına göre tahakkuk eder.  Başlangıçta; Yıldırım, Acele, Normal, ELT, Cevaplı, Karşılaştırmalı, Lüks gibi servis işareti taşırlar. 

      
Alınan metinler, Fransa’daki orijinlerinin nerede ise kopyası, ikinci hamur, özel basımlı kâğıtlarına sabit kalemle yazılır bisikletli, özel dağıtıcıları eli ile anında teslim edilirlerdi.  Köylere ise ek bir ücret alınarak atlı Sürücü’ ler marifeti ile ulaştırılırdı. Lüks ibareli olanlar üzerinde Çocuk Esirgeme Kurumunun amblemini taşıyan farklı bir kâğıda yazılır, fazladan alınan ücret de bu kuruma giderdi.   Yıllar sonra kâğıt şeritlere daktilo harfi ile baskı yapan Telem makineleri çıktı. Bugün bile telgraf varakları veya postane damgalı kopyaları mahkemelerde ispat edici vesika olarak kabul görmektedir.  
Tren istasyonlarının binalarından dışarı taşan maniple tıkırtılarını, ahşap telgraf direklerine kulaklarımızı dayayarak akım taşıyan tellerin rezonans seslerini büyük bir zevkle dinlerdik. Omuzlarında bir kangal tel ve iç çeperi sivri dişli, yarım daire, çelik tırmanma aparatları taşıyan, maharetle tahta direklere tırmanan hat bakıcılarını gıpta ile seyrederdik.    Bu adamlar hat boylarında gün boyu, başları yukarı dönük yürürler, şebekeyi ayakta tutarlardı.
Onlar da zamanın acımasız derinliklerinde yok olup gittiler.  Her yeni buluş bir evvelkinin pabucunu dama attı!  Sadece bir hoş seda kaldı o günlerden;
        Telgrafın tellerine kuşlar mı konar?
        İnsan sevdiğine yârim, böyle mi yapar.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...