OLAY GAZETESİ BURSA DA YAŞAM EKİM 2011’ekinden
“Nasıl
kıydın Mefaret Hanım kendi kendini,
Çifte
doktor doğradı o beyaz tenini.”
Önce yanık
erkek sesi sıcak öğlen güneşinin kavurduğu Arnavut Kaldırımı sokaklarda, çivit
badanalı duvarlarda, üstü kiremit dizili bahçe duvarlarından uzanmış Dut, Hanımeli,
Asma yapraklarında yansıdı. Ardından
giyotin pencerelerin yukarı sürülürken kuru tahtalarda çıkardıkları cızırtı, açılan bahçe kapılarının parmak basmalı mandal
şıkırtıları ve kadın sesleri geldi peş peşe. 1954 yılının yaz aylarıydı. Mahalleye Destancı
gelmişti.
“Bodrum hâkimi
Mefharet hanınım intiharı”, “Tatar güzeli Suılhiye ve Şehremini cinayeti”,
“Salacak canavarı, Sevimi ve iki yavrusunu nasıl katletti” Ülkede ses getiren bir cinayet, aile
faciası, çok ölümlü bir kaza, Jandarmayla çarpışıp öldürülen kaçak mahkûmlar
benzeri sansasyonel bir olay olmasın; bunun hikâyesi halk şairleri tarafından
asgari yüz mısralık bir şiir haline getirilir, olayı resmeden renkli bir
kapakla kitaplaştırılır ve illeri, ilçeleri, köyleri dolaşan sokak satıcıları
eliyle bütün yurda dağıtımı yapılırdı.
Yalnız
destancılar mıydı çocukluğumun Bursa Sokaklarının sesleri? Şarkı Sözleri,
Maniler, Rüya Tabirleri satıcıları; genelde güzel sesleri ile ellerindeki
baskıların içeriğini yüksek sesle okuyarak dolaşırlardı. Satın alanlar
sanırlardı ki, elde kitabı olunca genelde Allah vergisi ses ve kulağa sahip bu Roman kökenli satıcı kadar güzel söyleyebilecekler. Tıpkı sokak satıcısından satın
aldıkları mukavvadan yapılmış kemanı onun gibi çalabileceklerini sanarak.
Bir atın iki
yanına astıkları tahta raflarda kitap satanlar vardı. Yasin, Namaz Sureleri,
dua kitapları yanında Şahmeran, Battalgazi, İslâm’ın Kılıcı hikâyelerinden Pardayanlar
serisine, Peride Celal, Muazzez Tahsin’in son kitabına, Pekhosbill, Ateş, Doğan
Kardeş, Mani di fata Nakış dergilerinin eski sayılarına kadar geniş bir
yelpazeyle hizmet sunarlardı.
İlde motorlu
araç neredeyse parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ara sokaklara çok seyrek
olarak girerdi. Yaprak hışırtıları, kuş, horoz ötüşü, su şırıltısı dışında, sokağın
sesi çocuk çığlıkları, pencereden pencereye veya kapı aralarından uzanan hanım
sohbetleri ve sokak satıcılarının nakaratları olurdu. Bu nakaratlar farklı etnik köklerin, yöresel
şivelerin, gırtlak oyunlarının etkisiyle o kadar renkli, o kadar ritimli bazen
de o kadar anlaşılmazdı ki… Ama bir o kadar da ahenkli ve unutulmaz.
Sokak
satıcıları her gün belirli saatte, haftanın, ayın belirli günlerinde, mevsimsel
periyotlarla veya düzensiz zaman aralıklı, bazen de tek seferliktiler.
Yoğurtçu saat
düzenine en sadık olandır. Ensesine gelen orta kısmı küçük bir yastıkla takviye
edilmiş iki, iki buçuk metre boyundaki kalınca bir sopayı taşır omuzlarında. Bu
sopanın iki ucundaki üçlü urgan düzeyine oturtulmuş tahta tepsilerde 60 santim
çapındaki galvaniz yoğurt tavaları her iki tarafa dengeli olarak
dağıtılmışlardır. Yıllar boyu kilolarca yoğurt tavasını taşıyan bu sırık her
iki uca doğru esneyip bel vermiş olurdu. Tabii aynı yükü taşıyan yoğurtçunun
sırtı da bel vermiş olurdu. Bir elinde Pazar terazisi diğer elinde bazen küçük
bir çan. Dilinde özgün haykırışı, “Yogirtciiii…” Bu çağrı o kadar özgündür ki; aşina
olmayanlar bazen ne dendiğini bile anlayamazlar. Günlük abone kapılarda, çağrılan
kapı önünde veya sokağın belirli bir noktasında durur. Bir omuz hareketiyle düzeneğini
yere indirir. En üst tavayı kapatan kontrplak kapağı kaldırır. Tavanın alt bir
tarafını küçük tahta takozu ile biraz eğdirerek yoğurt suyunun tek yönde toplanmasını
sağlar. Evlerden uzatılan kâsenin seyyar el terazisinde darasını alır, elindeki
kepçeyle birkaç seferde yanlamasına kestiği yoğurdu, kaymak üstte kalacak
şekilde, kâsenize bir sanat düzeyinde kaydırır. El terazisi çok hassas bir
tartı sağlamaz. Aldığınız bir kilo yoğurt bazı gün daha az, bazı gün daha
çoktur ama bu hiç kimse için olay değildir.
Atlı manavın
saat düzeni de şaşmaz. Atın iki yanına
asılmış küfeler muhtelif sepetler, eyer üzerine konulmuş bir iki sandık
içindeki sebze ve meyveler yine seyyar terazi ile tartılarak servis edilirdi.
Mevsiminde, çilek ve dut tartılmazlar, eğere asılmış çengellerdeki küçük
sepetleri ile satılırlardı.
Yoğurtçunun omuz
düzeneğini dondurmacı da kullanırdı. Sırığın
bir yanında gaz tenekesi boyutlarında camlı bir dolap. Raflarına renk renk sivri,
yuvarlak dondurma külahları, kâğıt helvalar sıralanmış. Diğer yanda etrafı havlular
veya kumaş ile sarılmış tahta fıçı içersinde tuz ile sıkıştırılmış kar
korumasında, derin, silindirik dondurma kabı, üzeri önce çiçekli bir porselen
tabak sonra da havlu örtülü olarak yolculuk eder. Dondurma fıçısı ile külah
dolabının ağırlığı hiç bir zaman eşit değildir. Zaten dondurma satılıp
azaldıkça, fıçıdaki erimiş buzun suyu alttaki delikten zaman zaman tahliye
edildikçe denge noktası değişime uğrar. Bu sebeple dondurmacı sırığı omzunda sağa sola
kaydırarak dengeyi sağlardı. Dondurmacılar
kış ayları aynı düzenekle, bir yanında yuvarlak döküm mangalı üzerinde salep
güğümü diğer yanda bardakların dizildiği tepsi veya raftaki fincanları ile
salep satarlardı. Fincan yıkamak için teneke ibrik eldedir. Geceleri tek
güğümle boza sattıkları da olurdu.
Sokak içine çok
nadir olarak üç bisiklet tekerlekli, üzeri tenteli dondurma arabaları da gelirdi.Ardında her yaştan çocuk ordusu ve parasız
çocukları şeytan külahına konmuş ufacık bir parça dondurma ile gönülleyen
peştamallı, babacan dondurmacı. Bu dondurmacılarda
külahtan başka metalden kadeh biçimi dondurma kapları da dizili olurdu.
Tekerlek yanında küçük musluklu, asma su deposu. Beyaz peştamallı ustaya
genelde aynı kıyafete bürünmüş küçük çırağı veya kendi oğlu eşlik ederdi. Yokuş
mahallelerde bu arabayı itme şerefine talip gönüllü çocuklar her zaman vardı;
bir parça dondurma ile ödüllendirilmeyi uman. Ama bunlar genelde
çarşı, cadde ve otobüs garajları dondurmacılarıdır.
Macuncular bağırmazlar,
saz heyetiyle dolaşırlardı. Bir keman, bir darbuka bazen klarnet ve başında
kalaylı metalden sekizgen bir tepsi. Merkezi 10 santim çapında yuvarlak etrafı
üçgenimsi altı veya sekiz parçaya bölünmüş. Her bölümde farklı renk ve lezzette
şeker macunu; Naneli, bergamotlu, karanfilli. susamlı, fındıklı çövenli… Elinde
taşıdığı üç bacaklı, yüksek sehpayı yere koyar, macun tepsisini üzerine
oturtur. Sehpanın bir ayağına asılı torbadan on santim boyunda bir dut çubuğu
alır diğer elindeki tornavida yardımıyla kopardığı macunu bu çubuğu döndürerek
sarar ve uzatır. Çubuğun üzerinde birkaç renkten oluşmuş bu kombinezon biraz
sonra küçük dudaklarca yalanarak bambaşka şekillere dönüşecektir. Bu sırada saz
heyeti(!) konserine devam etmektedir.
Sucuların
(Saka) da saatleri değişmez. Ya bir eşek veya atın sırtına veya küçük bir at
veya eşek arabasına yükledikleri galvaniz su damacanaları ile evlere Devrengeç
Suyu dağıtırlardı. Sucunun kendini ilânına gerek yoktur, o bağırmaz. Zira su
ihtiyacı olan evin alt kat penceresine, sokak kapısının kulpuna veya
belirlenmiş bir yerine sabahtan asılmış beyaz bir bez su ihtiyacının
bildirisidir. Sucu hiç çekinmeden,
esasen geceleri hariç hiç bir zaman kilitli olmayan bahçe veya bodrum
kapısını açar, girer. Evin en serin
yerleri; alt mutfak, bodrum girişi gibi yerlerde duran su küpünü doldurur,
çıkar gider. Parasını haftalık veya aylık olarak tahsil edecektir.
Şehir küçüktü,
mahalle daha küçük, sokak ondan da küçük. Devamlı satıcılar sakinleri tanırdı,
sakinler satıcıları. Arada bir kardeşlik samimiyeti ve hukuku gelişmişti. Bir
“Kör Ömer” anımsıyorum. Doğuştan âmâ olmasına karşın bütün mahalleyi,
dudaklarında kendi bestesi monoton ağıt gibi bir melodiyle, hiç karıştırmadan kapı kapı dolaşır,
dilenirdi. Herkesi ismiyle tanırdı sesinden. Hanımlarca kapı aralarından karnı
doyurulurdu. Hatta vebali söyleyenlerin boynuna, bazı dul hanımlarca başka
türlü de sevindirilirmiş!
Ev hanımlarının
hatta çocukların veresiye alışverişleri olurdu. Zaten para her alışverişte söz
konusu değildi. Ev hanımlarında her zaman para bulunmazdı ama eskiciye
verilebilecek eski giyim eşyası her zaman vardır. Bunlar peşin para karşılığı
sırtında torbası ile dolaşan Eskiciye satılırdı. Veya el arabası ile dolaşıp eski karşılığı
bardak, porselen tabak, emaye kap
satanlarla trampa edilirdi. Bu satıcılar daha sonraki yılarda da bir süre
melamin tabak ve Teflon tava ile devam ettiler bu trampa ticarete. Daha
değersiz giyim eskilerinin alıcısı “Mandalcıydı”. Sırtında eski torbası elinde mukavvalara
dizili tahta çamaşır mandalları dilinde bet sesiyle, değişmeyen sloganı “Hem
çamaşıra hem kaynanaların dilini tutmaya.”
Trampayı bizler
de yapardık. Bira ve meşrubat şişeleri depozitliydi ama gene de içki, ilaç, vs
şişeleri birikirdi evlerde. Bunlarla eşekli satıcılardan keçiboynuzu, iğde, leblebi
tozu (kavut) trampa ederdik. Hatta küçük cam kırıkları karşılığında bile. Bu
alışverişlerde kazandığımız pazarlık yeteneği tüm yaşantımızda etken olmuştur.
Örneğin Mudanya vapurunda çok önemliydi pazarlık. Mudanya vapuru haftanın iki
günü Armutlu’ya uğrar ve iskelesi olmadığı için demirleyen gemiye yanaşan mavna
ile alır verirdi yolcularını. İşte bu esnada geminin diğer çıkış kapısına
onlarca sandal yaklaşır, küçük hasır tabaklar içinde taze balık pazarlarlardı.
Barbunyalar, tekirler… Başlangıçta fiyatlar yüksektir ama gemi demir almaya
başlayınca iyice düşerdi. Zira satılamayan bu balıklar doğru düzgün kara
ulaşımı da olmadığı için elde kalmaya mahkûmdu.
Biz çocukların
bir başka beklentisi Poğaçacı, Kaymaklı Kurabiyeci, Horoz şekerci, Elma şekerci
idi. Ve tabii ki “Oyuncakçı Dede.” O
zamanki ölçülerimize göre bu yaşlı adam kendi imalatı, ipinden çekilerek
yürütülen kavak tahtası arabalar, kız çocukları için torna işi çok renkli beşikler
veya yürürken kanatlarını çırpan kelebek veya başını sağa sola çeviren oyuncak
ördek satardı. Plastik ve plastik oyuncaklar henüz girmemişti yaşantımıza.
Bir Fahrettin
vardı. Otistik görünüşlü bir gençti ama galvaniz telden kıvırarak yaptığı
otomobil, otobüs, kamyonlar prototip model olabilecek kadar mükemmel birer
sanat eseriydiler.
Mevsimsel
satıcılar yaz günleri eşek veya arabalarla dolaşan kavun karpuz satıcılarıdır.
Yazın sonu ve sonbaharda ise eşeksırtında kozalak, çıra, at sırtı veya
arabalarla odun pazarlayan dağ köylüleridir. Bir at veya eşeksırtındaki odun
miktarına “bir yük” denilir ve pazarlık bunun üzerinden yapılırdı. Çok tabiidir
ki bu satıcıların ardında “Odun Yarıcılar” dolaşırdı. Omuzlarında baltası,
koltuk altlarında katlanmış küçük sehpası ve testereleri ile. Bu sezonun bir
başka tipi “Baca Temizleyicisi" idi.
Zamanı belirsiz
satıcılar ve zanaatkârlar çok çeşitliydi. Şehirlerin, kasabaların mahalleleri
olurdu ve çarşıları. Güzelim ahşap evler, bol ağaçlıklı bahçeler yıkılıp
apartman bloklarına, zemin katları dükkâna dönüşmeden evvelki zamanlardı.
Mahallelerde bakkal, berber ve ayakkabı tamircisi dışında dükkân olmazdı. Öyle
olunca da uzak çarşılara gitmek yerine esnaf sokağınıza gelirdi. Çerçi,
Kalaycı, Tesisatçı, Muslukçu, Lehimci, Olukçu, Çeyizci, Bohçacı Somyacı,
Hallaç, vs.
Hallaç’ın en
önemli aparatı kemane denilen iki metrelik esneyebilir bir ağaç dalına
kurutulmuş, bükülü bağırsak(sırım) gerili ok yayı gibi nesnedir. Bunu bir
değnek yardımı ile çağrıldığı evin avlusu veya kapı sahanlığında duvara asar.
Burası sokağın düz zeminli bir kuytu köşesi de olabilir. Yere yayılmış yaygı
üzerine bağdaş kurar, oturur. Hallaç
elindeki ucu çentikli tahta tokmakla bağırsağa vurur. Bağırsak titreşirken yere
serilmiş yatak ve yastıklardan boşaltılmış yün veya pamuk kütlesine yönlendirir
onu. Titreşen yay temasta olduğu pamuk kitlesini liflendirir, kabartır. Hallaç
yayı kaldırır, atılmış pamukları diğer yana iter, bu işlemi defalarca yapar.
Tokmağın havadaki yayda yarattığı ihtizâz ile pamuğa teması esnasındaki sesler
çok farklı bir tınıyla tan-tıs, tan-tıs ritmini seslendirirler, bir müzik gibi…
Ya Somyacı?
Ülke Taş Devri, Tunç Devri gibi Seki, Minder, Somya, Çekyat, Yatar Kanepe devirlerini
yaşadı. Somya; karkası dört köşesi pahlı bükülerek sac borudan oluşmuş
dikdörtgene her iki ucundan beş santimlik helezon yayla bağlanmış sandık
çemberlerinin döşenmesinden oluşurdu. Gündüz seki ve divanların yerini dolduran
geceleri karyola görevi yapan bu düzenek çok rahatsız bir oturma sağlardı. 80-90 santim genişlik duvara dizilen
yastıklara rağmen rahat bir dayanak sağlayamaz, devamlı oturma yüzünden bazı
bölümdeki yaylar esner, uzar, yerlerinden çıkıp düşer. Oturma ve yatış daha
rahatsız, folluk gibi bir pozisyona girerdi. Bu süregelirlikle her gün daha da
bozulurdu yaylar ve çemberler. İşte seyyar somyacı elindeki teneke makası,
delik zımbası gibi basit aletler ve çantasındaki yedek yaylarla somyanızı
yeniden oturulabilir ve yatılabilir konfora dönüştüren önemli bir elemandı!
İllerin
özelliklerine göre sokakların renk ve sesleri de değişirdi. Örneğin aynı
1950’li yıllarda İzmir sokaklarında bir keman veya klarnet bir darbuka ve bir
oyuncudan olan üçlüyü anımsıyorum. “Arap havası var, Kürt havası var, Laz
oyunu, balkan oyunu…” Sokakları bu çağrı
ile dolaşan üçlü vereceğiniz bahşiş karşılığı dilediğiniz yörenin müzik ve
oyununu sunardı sizlere. Ve de Kuş Azatçısı; El arabasına yüklediği büyük tel
kafesin içindeki onlarca Saka kuşundan bir tanesini ödediğiniz bir ücret
karşılığı biraz okşadıktan sonra havaya salardınız. “Azat mezat Ahîrette beni
gözet” temennisiyle. Müşterileri genelde hanımlar, özellikle kısmet bekleyenler
olurdu. Mutlu kanat çırpınışlarıyla uçan kuş sanırım evdeki büyük kafese geri
dönerdi.
Bilemiyorum?
Önce sokaklar mı yok oldular, sokak satıcıları mı? Meslek dalları işlevlerini,
mallarına ihtiyaçları kaybettiler. Ulaşım ve iletişim araçları gelişti
yaygınlaştı, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”
Çocukluğumun sesleri ve sahipleri zaman
denilen o acımasız katmanlarda birer birer, yitip gittiler. Sütçü motorize
oldu. Bir tek Simitçi kaldı, başında
tepsisiyle.
Mahalle sokaklarında değil ama otobüs garajlarında yanık sesiyle okuduğu manileri beraberinde “Keskin Nane” satan, beyaz önlüklü Nane Şekerci bir süre daha dayandı.Bir de Şip-şak Fotoğrafçılar. Onlar, on beş- yirmi yıl evveline kadar dayandılar. Bursa’da Mekânları Adliye binası ile Defterdarlık arasındaki park ve Belediye ek binasının aralığıydı. Önceleri kalabalık idiler. Hepsi de birbirine benzer aksesuarları, duvara asılmış, çok kere müşterek kullanılan, siyah perdeleri ile. Hepsi de birbirine benzer kişilikleriyle.
Mahalle sokaklarında değil ama otobüs garajlarında yanık sesiyle okuduğu manileri beraberinde “Keskin Nane” satan, beyaz önlüklü Nane Şekerci bir süre daha dayandı.Bir de Şip-şak Fotoğrafçılar. Onlar, on beş- yirmi yıl evveline kadar dayandılar. Bursa’da Mekânları Adliye binası ile Defterdarlık arasındaki park ve Belediye ek binasının aralığıydı. Önceleri kalabalık idiler. Hepsi de birbirine benzer aksesuarları, duvara asılmış, çok kere müşterek kullanılan, siyah perdeleri ile. Hepsi de birbirine benzer kişilikleriyle.
Yıllar yılları kovaladı, fotoğrafhaneler
arttı, hızlandı, askerler, çocuklar bile elde fotoğraf makinesi ile gezer
oldular, poloroit makineler çıktı, işler azaldı azaldı... Şimdi cep telefonları
bile resim çekilebiliyor.
Makineleri eskidi, yıprandı, dökülen cilaları
yerine kahverengi yağlı boya ile kapatılır oldu ayıpları. Kırılan bakalit
objektif kapağının yerini alüminyum ilaç kutusu aldı. Çatlayan sehpa bacakları teneke yamalarla
sarmalandı. Siyah perdeler soldu, yenilenmez oldular. Onlarla beraber
fotoğrafçılar da yaşlandı, eskidi. Hiç çözülmemiş kravat düğümleri, formu
bozulmuş fötr şapkalarının kenarları yağ bağladı. Kalın çerçeveli, siyah gözlük
sapları da tamirli oldular. Sonra bir
gün “devlet etti fermanı”; “vesikalık resimler renkli olacak” dendi. Bu
mesleğin defteri dürüldü. Direnmeye çalışan son birkaçı da makinelerinin
titreyen bacaklarını yüklediler bükülmüş omuzlarına, titreyen bacaklarla yitip
gittiler.
Birkaç makine hurdacılar marifeti ile
sağlığında onun objektifi ile hiç göz göze gelmemiş varlıklı koleksiyoncuların
salonlarında bir köşe edindiler kendilerine.
Ya fotoğrafçılar? Sesleri zaten yoktu ki…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder