8 Nisan 2018 Pazar

BURSA’NIN SOKAK SESLERİ




OLAY GAZETESİ BURSA DA YAŞAM EKİM 2011’ekinden
“Nasıl kıydın Mefaret Hanım  kendi kendini,
Çifte doktor doğradı o beyaz tenini.”
Önce yanık erkek sesi sıcak öğlen güneşinin kavurduğu Arnavut Kaldırımı sokaklarda, çivit badanalı duvarlarda, üstü kiremit dizili bahçe duvarlarından uzanmış Dut, Hanımeli, Asma yapraklarında yansıdı.  Ardından giyotin pencerelerin yukarı sürülürken kuru tahtalarda çıkardıkları cızırtı,  açılan bahçe kapılarının parmak basmalı mandal şıkırtıları ve kadın sesleri geldi peş peşe.  1954 yılının yaz aylarıydı. Mahalleye Destancı gelmişti.
“Bodrum hâkimi Mefharet hanınım intiharı”, “Tatar güzeli Suılhiye ve Şehremini cinayeti”, “Salacak canavarı, Sevimi ve iki yavrusunu nasıl katletti”    Ülkede ses getiren bir cinayet, aile faciası, çok ölümlü bir kaza, Jandarmayla çarpışıp öldürülen kaçak mahkûmlar benzeri sansasyonel bir olay olmasın; bunun hikâyesi halk şairleri tarafından asgari yüz mısralık bir şiir haline getirilir, olayı resmeden renkli bir kapakla kitaplaştırılır ve illeri, ilçeleri, köyleri dolaşan sokak satıcıları eliyle bütün yurda dağıtımı yapılırdı.  
Yalnız destancılar mıydı çocukluğumun Bursa Sokaklarının sesleri? Şarkı Sözleri, Maniler, Rüya Tabirleri satıcıları; genelde güzel sesleri ile ellerindeki baskıların içeriğini yüksek sesle okuyarak dolaşırlardı. Satın alanlar sanırlardı ki, elde kitabı olunca genelde Allah vergisi ses ve kulağa sahip bu Roman kökenli satıcı kadar güzel söyleyebilecekler. Tıpkı sokak satıcısından satın aldıkları mukavvadan yapılmış kemanı onun gibi çalabileceklerini sanarak.
Bir atın iki yanına astıkları tahta raflarda kitap satanlar vardı. Yasin, Namaz Sureleri, dua kitapları yanında Şahmeran, Battalgazi, İslâm’ın Kılıcı hikâyelerinden Pardayanlar serisine, Peride Celal, Muazzez Tahsin’in son kitabına, Pekhosbill, Ateş, Doğan Kardeş, Mani di fata Nakış dergilerinin eski sayılarına kadar geniş bir yelpazeyle hizmet sunarlardı.
İlde motorlu araç neredeyse parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ara sokaklara çok seyrek olarak girerdi. Yaprak hışırtıları, kuş, horoz ötüşü, su şırıltısı dışında, sokağın sesi çocuk çığlıkları, pencereden pencereye veya kapı aralarından uzanan hanım sohbetleri ve sokak satıcılarının nakaratları olurdu.  Bu nakaratlar farklı etnik köklerin, yöresel şivelerin, gırtlak oyunlarının etkisiyle o kadar renkli, o kadar ritimli bazen de o kadar anlaşılmazdı ki… Ama bir o kadar da ahenkli ve unutulmaz.
Sokak satıcıları her gün belirli saatte, haftanın, ayın belirli günlerinde, mevsimsel periyotlarla veya düzensiz zaman aralıklı, bazen de tek seferliktiler.
Yoğurtçu saat düzenine en sadık olandır. Ensesine gelen orta kısmı küçük bir yastıkla takviye edilmiş iki, iki buçuk metre boyundaki kalınca bir sopayı taşır omuzlarında. Bu sopanın iki ucundaki üçlü urgan düzeyine oturtulmuş tahta tepsilerde 60 santim çapındaki galvaniz yoğurt tavaları her iki tarafa dengeli olarak dağıtılmışlardır. Yıllar boyu kilolarca yoğurt tavasını taşıyan bu sırık her iki uca doğru esneyip bel vermiş olurdu. Tabii aynı yükü taşıyan yoğurtçunun sırtı da bel vermiş olurdu. Bir elinde Pazar terazisi diğer elinde bazen küçük bir çan.   Dilinde özgün haykırışı, “Yogirtciiii…”  Bu çağrı o kadar özgündür ki; aşina olmayanlar bazen ne dendiğini bile anlayamazlar. Günlük abone kapılarda, çağrılan kapı önünde veya sokağın belirli bir noktasında durur. Bir omuz hareketiyle düzeneğini yere indirir. En üst tavayı kapatan kontrplak kapağı kaldırır. Tavanın alt bir tarafını küçük tahta takozu ile biraz eğdirerek yoğurt suyunun tek yönde toplanmasını sağlar. Evlerden uzatılan kâsenin seyyar el terazisinde darasını alır, elindeki kepçeyle birkaç seferde yanlamasına kestiği yoğurdu, kaymak üstte kalacak şekilde, kâsenize bir sanat düzeyinde kaydırır. El terazisi çok hassas bir tartı sağlamaz. Aldığınız bir kilo yoğurt bazı gün daha az, bazı gün daha çoktur ama bu hiç kimse için olay değildir.
Atlı manavın saat düzeni de şaşmaz.  Atın iki yanına asılmış küfeler muhtelif sepetler, eyer üzerine konulmuş bir iki sandık içindeki sebze ve meyveler yine seyyar terazi ile tartılarak servis edilirdi. Mevsiminde, çilek ve dut tartılmazlar, eğere asılmış çengellerdeki küçük sepetleri ile satılırlardı. 
Yoğurtçunun omuz düzeneğini dondurmacı da kullanırdı.  Sırığın bir yanında gaz tenekesi boyutlarında camlı bir dolap. Raflarına renk renk sivri, yuvarlak dondurma külahları, kâğıt helvalar sıralanmış. Diğer yanda etrafı havlular veya kumaş ile sarılmış tahta fıçı içersinde tuz ile sıkıştırılmış kar korumasında, derin, silindirik dondurma kabı, üzeri önce çiçekli bir porselen tabak sonra da havlu örtülü olarak yolculuk eder. Dondurma fıçısı ile külah dolabının ağırlığı hiç bir zaman eşit değildir. Zaten dondurma satılıp azaldıkça, fıçıdaki erimiş buzun suyu alttaki delikten zaman zaman tahliye edildikçe denge noktası değişime uğrar. Bu sebeple dondurmacı sırığı omzunda sağa sola kaydırarak dengeyi sağlardı. Dondurmacılar kış ayları aynı düzenekle, bir yanında yuvarlak döküm mangalı üzerinde salep güğümü diğer yanda bardakların dizildiği tepsi veya raftaki fincanları ile salep satarlardı. Fincan yıkamak için teneke ibrik eldedir. Geceleri tek güğümle boza sattıkları da olurdu.
Sokak içine çok nadir olarak üç bisiklet tekerlekli, üzeri tenteli dondurma arabaları da gelirdi.Ardında her yaştan çocuk ordusu ve parasız çocukları şeytan külahına konmuş ufacık bir parça dondurma ile gönülleyen peştamallı, babacan dondurmacı.  Bu dondurmacılarda külahtan başka metalden kadeh biçimi dondurma kapları da dizili olurdu. Tekerlek yanında küçük musluklu, asma su deposu. Beyaz peştamallı ustaya genelde aynı kıyafete bürünmüş küçük çırağı veya kendi oğlu eşlik ederdi. Yokuş mahallelerde bu arabayı itme şerefine talip gönüllü çocuklar her zaman vardı; bir parça dondurma ile ödüllendirilmeyi uman. Ama bunlar genelde çarşı, cadde ve otobüs garajları dondurmacılarıdır.


Macuncular bağırmazlar, saz heyetiyle dolaşırlardı. Bir keman, bir darbuka bazen klarnet ve başında kalaylı metalden sekizgen bir tepsi. Merkezi 10 santim çapında yuvarlak etrafı üçgenimsi altı veya sekiz parçaya bölünmüş. Her bölümde farklı renk ve lezzette şeker macunu; Naneli, bergamotlu, karanfilli. susamlı, fındıklı çövenli… Elinde taşıdığı üç bacaklı, yüksek sehpayı yere koyar, macun tepsisini üzerine oturtur. Sehpanın bir ayağına asılı torbadan on santim boyunda bir dut çubuğu alır diğer elindeki tornavida yardımıyla kopardığı macunu bu çubuğu döndürerek sarar ve uzatır. Çubuğun üzerinde birkaç renkten oluşmuş bu kombinezon biraz sonra küçük dudaklarca yalanarak bambaşka şekillere dönüşecektir. Bu sırada saz heyeti(!) konserine devam etmektedir.
Sucuların (Saka) da saatleri değişmez. Ya bir eşek veya atın sırtına veya küçük bir at veya eşek arabasına yükledikleri galvaniz su damacanaları ile evlere Devrengeç Suyu dağıtırlardı. Sucunun kendini ilânına gerek yoktur, o bağırmaz. Zira su ihtiyacı olan evin alt kat penceresine, sokak kapısının kulpuna veya belirlenmiş bir yerine sabahtan asılmış beyaz bir bez su ihtiyacının bildirisidir. Sucu hiç çekinmeden,  esasen geceleri hariç hiç bir zaman kilitli olmayan bahçe veya bodrum kapısını açar, girer.  Evin en serin yerleri; alt mutfak, bodrum girişi gibi yerlerde duran su küpünü doldurur, çıkar gider. Parasını haftalık veya aylık olarak tahsil edecektir.
Şehir küçüktü, mahalle daha küçük, sokak ondan da küçük. Devamlı satıcılar sakinleri tanırdı, sakinler satıcıları. Arada bir kardeşlik samimiyeti ve hukuku gelişmişti. Bir “Kör Ömer” anımsıyorum. Doğuştan âmâ olmasına karşın bütün mahalleyi, dudaklarında kendi bestesi monoton ağıt gibi bir melodiyle,  hiç karıştırmadan kapı kapı dolaşır, dilenirdi. Herkesi ismiyle tanırdı sesinden. Hanımlarca kapı aralarından karnı doyurulurdu. Hatta vebali söyleyenlerin boynuna, bazı dul hanımlarca başka türlü de sevindirilirmiş!
Ev hanımlarının hatta çocukların veresiye alışverişleri olurdu. Zaten para her alışverişte söz konusu değildi. Ev hanımlarında her zaman para bulunmazdı ama eskiciye verilebilecek eski giyim eşyası her zaman vardır. Bunlar peşin para karşılığı sırtında torbası ile dolaşan Eskiciye satılırdı.  Veya el arabası ile dolaşıp eski karşılığı bardak,  porselen tabak, emaye kap satanlarla trampa edilirdi. Bu satıcılar daha sonraki yılarda da bir süre melamin tabak ve Teflon tava ile devam ettiler bu trampa ticarete. Daha değersiz giyim eskilerinin alıcısı “Mandalcıydı”.  Sırtında eski torbası elinde mukavvalara dizili tahta çamaşır mandalları dilinde bet sesiyle, değişmeyen sloganı “Hem çamaşıra hem kaynanaların dilini tutmaya.”
Trampayı bizler de yapardık. Bira ve meşrubat şişeleri depozitliydi ama gene de içki, ilaç, vs şişeleri birikirdi evlerde. Bunlarla eşekli satıcılardan keçiboynuzu, iğde, leblebi tozu (kavut) trampa ederdik. Hatta küçük cam kırıkları karşılığında bile. Bu alışverişlerde kazandığımız pazarlık yeteneği tüm yaşantımızda etken olmuştur. Örneğin Mudanya vapurunda çok önemliydi pazarlık. Mudanya vapuru haftanın iki günü Armutlu’ya uğrar ve iskelesi olmadığı için demirleyen gemiye yanaşan mavna ile alır verirdi yolcularını. İşte bu esnada geminin diğer çıkış kapısına onlarca sandal yaklaşır, küçük hasır tabaklar içinde taze balık pazarlarlardı. Barbunyalar, tekirler… Başlangıçta fiyatlar yüksektir ama gemi demir almaya başlayınca iyice düşerdi. Zira satılamayan bu balıklar doğru düzgün kara ulaşımı da olmadığı için elde kalmaya mahkûmdu.
Biz çocukların bir başka beklentisi Poğaçacı, Kaymaklı Kurabiyeci, Horoz şekerci, Elma şekerci idi. Ve tabii ki  “Oyuncakçı Dede.” O zamanki ölçülerimize göre bu yaşlı adam kendi imalatı, ipinden çekilerek yürütülen kavak tahtası arabalar, kız çocukları için torna işi çok renkli beşikler veya yürürken kanatlarını çırpan kelebek veya başını sağa sola çeviren oyuncak ördek satardı. Plastik ve plastik oyuncaklar henüz girmemişti yaşantımıza.
Bir Fahrettin vardı. Otistik görünüşlü bir gençti ama galvaniz telden kıvırarak yaptığı otomobil, otobüs, kamyonlar prototip model olabilecek kadar mükemmel birer sanat eseriydiler.
Mevsimsel satıcılar yaz günleri eşek veya arabalarla dolaşan kavun karpuz satıcılarıdır. Yazın sonu ve sonbaharda ise eşeksırtında kozalak, çıra, at sırtı veya arabalarla odun pazarlayan dağ köylüleridir. Bir at veya eşeksırtındaki odun miktarına “bir yük” denilir ve pazarlık bunun üzerinden yapılırdı. Çok tabiidir ki bu satıcıların ardında “Odun Yarıcılar” dolaşırdı. Omuzlarında baltası, koltuk altlarında katlanmış küçük sehpası ve testereleri ile. Bu sezonun bir başka tipi “Baca Temizleyicisi" idi.
Zamanı belirsiz satıcılar ve zanaatkârlar çok çeşitliydi. Şehirlerin, kasabaların mahalleleri olurdu ve çarşıları. Güzelim ahşap evler, bol ağaçlıklı bahçeler yıkılıp apartman bloklarına, zemin katları dükkâna dönüşmeden evvelki zamanlardı. Mahallelerde bakkal, berber ve ayakkabı tamircisi dışında dükkân olmazdı. Öyle olunca da uzak çarşılara gitmek yerine esnaf sokağınıza gelirdi. Çerçi, Kalaycı, Tesisatçı, Muslukçu, Lehimci, Olukçu, Çeyizci, Bohçacı Somyacı, Hallaç, vs.
Hallaç’ın en önemli aparatı kemane denilen iki metrelik esneyebilir bir ağaç dalına kurutulmuş, bükülü bağırsak(sırım) gerili ok yayı gibi nesnedir. Bunu bir değnek yardımı ile çağrıldığı evin avlusu veya kapı sahanlığında duvara asar. Burası sokağın düz zeminli bir kuytu köşesi de olabilir. Yere yayılmış yaygı üzerine bağdaş kurar, oturur.  Hallaç elindeki ucu çentikli tahta tokmakla bağırsağa vurur. Bağırsak titreşirken yere serilmiş yatak ve yastıklardan boşaltılmış yün veya pamuk kütlesine yönlendirir onu. Titreşen yay temasta olduğu pamuk kitlesini liflendirir, kabartır. Hallaç yayı kaldırır, atılmış pamukları diğer yana iter, bu işlemi defalarca yapar. Tokmağın havadaki yayda yarattığı ihtizâz ile pamuğa teması esnasındaki sesler çok farklı bir tınıyla tan-tıs, tan-tıs ritmini seslendirirler, bir müzik gibi…
Ya Somyacı? Ülke Taş Devri, Tunç Devri gibi Seki, Minder, Somya, Çekyat, Yatar Kanepe devirlerini yaşadı. Somya; karkası dört köşesi pahlı bükülerek sac borudan oluşmuş dikdörtgene her iki ucundan beş santimlik helezon yayla bağlanmış sandık çemberlerinin döşenmesinden oluşurdu. Gündüz seki ve divanların yerini dolduran geceleri karyola görevi yapan bu düzenek çok rahatsız bir oturma sağlardı.  80-90 santim genişlik duvara dizilen yastıklara rağmen rahat bir dayanak sağlayamaz, devamlı oturma yüzünden bazı bölümdeki yaylar esner, uzar, yerlerinden çıkıp düşer. Oturma ve yatış daha rahatsız, folluk gibi bir pozisyona girerdi. Bu süregelirlikle her gün daha da bozulurdu yaylar ve çemberler. İşte seyyar somyacı elindeki teneke makası, delik zımbası gibi basit aletler ve çantasındaki yedek yaylarla somyanızı yeniden oturulabilir ve yatılabilir konfora dönüştüren önemli bir elemandı!
İllerin özelliklerine göre sokakların renk ve sesleri de değişirdi. Örneğin aynı 1950’li yıllarda İzmir sokaklarında bir keman veya klarnet bir darbuka ve bir oyuncudan olan üçlüyü anımsıyorum. “Arap havası var, Kürt havası var, Laz oyunu, balkan oyunu…”  Sokakları bu çağrı ile dolaşan üçlü vereceğiniz bahşiş karşılığı dilediğiniz yörenin müzik ve oyununu sunardı sizlere. Ve de Kuş Azatçısı; El arabasına yüklediği büyük tel kafesin içindeki onlarca Saka kuşundan bir tanesini ödediğiniz bir ücret karşılığı biraz okşadıktan sonra havaya salardınız. “Azat mezat Ahîrette beni gözet” temennisiyle. Müşterileri genelde hanımlar, özellikle kısmet bekleyenler olurdu. Mutlu kanat çırpınışlarıyla uçan kuş sanırım evdeki büyük kafese geri dönerdi.
Bilemiyorum? Önce sokaklar mı yok oldular, sokak satıcıları mı? Meslek dalları işlevlerini, mallarına ihtiyaçları kaybettiler. Ulaşım ve iletişim araçları gelişti yaygınlaştı, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”
 Çocukluğumun sesleri ve sahipleri zaman denilen o acımasız katmanlarda birer birer, yitip gittiler. Sütçü motorize oldu.  Bir tek Simitçi kaldı, başında tepsisiyle.
Mahalle sokaklarında değil ama otobüs garajlarında yanık sesiyle okuduğu manileri beraberinde “Keskin Nane” satan, beyaz önlüklü Nane Şekerci bir süre daha dayandı.Bir de Şip-şak Fotoğrafçılar. Onlar, on beş- yirmi yıl evveline kadar dayandılar. Bursa’da Mekânları Adliye binası ile Defterdarlık arasındaki park ve Belediye ek binasının aralığıydı. Önceleri kalabalık idiler. Hepsi de birbirine benzer aksesuarları, duvara asılmış, çok kere müşterek kullanılan, siyah perdeleri ile. Hepsi de birbirine benzer kişilikleriyle.
Yıllar yılları kovaladı, fotoğrafhaneler arttı, hızlandı, askerler, çocuklar bile elde fotoğraf makinesi ile gezer oldular, poloroit makineler çıktı, işler azaldı azaldı... Şimdi cep telefonları bile resim çekilebiliyor.
Makineleri eskidi, yıprandı, dökülen cilaları yerine kahverengi yağlı boya ile kapatılır oldu ayıpları. Kırılan bakalit objektif kapağının yerini alüminyum ilaç kutusu aldı.  Çatlayan sehpa bacakları teneke yamalarla sarmalandı. Siyah perdeler soldu, yenilenmez oldular. Onlarla beraber fotoğrafçılar da yaşlandı, eskidi. Hiç çözülmemiş kravat düğümleri, formu bozulmuş fötr şapkalarının kenarları yağ bağladı. Kalın çerçeveli, siyah gözlük sapları da tamirli oldular.  Sonra bir gün “devlet etti fermanı”; “vesikalık resimler renkli olacak” dendi. Bu mesleğin defteri dürüldü. Direnmeye çalışan son birkaçı da makinelerinin titreyen bacaklarını yüklediler bükülmüş omuzlarına, titreyen bacaklarla yitip gittiler.
Birkaç makine hurdacılar marifeti ile sağlığında onun objektifi ile hiç göz göze gelmemiş varlıklı koleksiyoncuların salonlarında bir köşe edindiler kendilerine.
Ya fotoğrafçılar? Sesleri zaten yoktu ki…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...