Bilgisayar yaşam alanımızın her yöresine hızla yerleşti. Şimdi ikili
veya çoklu chat’leşiliyor. Tabii
yazılı ortamın ses tonu, vurgu ve mimiklerden yoksun dünyasında. Ya eskiden;
sohbet edilirdi. Sohbet kelime anlamı olarak arkadaşça, yüz yüze görüşme,
birlikte oturup söyleşme anlamına gelir. Türkçe’ de Yaren ve arkadaş terimleri
de aynı köke dayanırlar. Peygamber Efendimizin mübarek yüzünü görerek sözlerini
dinleme saadetine erişenlere de buradan esinlenerek Sahabe –çoğulu Ashap- denilir. Sohbetin eş anlamlısı Muhabbet’tir ki aynı zamanda sevme, sevişme, dostluk manalarını da
taşır. Yüz yüze görüşmenin sevgi ile özdeşleşmesi tesadüf olmasa gerekir.
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül sohbet
ister kahve bahane.”
Toplumumuz zaman sürecinde farklı zemin ve tarzlarda olsa da sohbet
bahanelerini hep bulmuştur; padişah meclisinden, yaren meclisine, pir söylemlerinden, derviş sofralarına yaygın
bir yelpazede… Atatürk’ün akşam
sofraları ünlüdür. Katılanlar anılarında buranın bir forum ve sohbet arenası
olduğunu nakil ederler.
Helva sohbeti, gezek, sıra geceleri, salı toplantıları ne isim
alırlarsa alsınlar; çerezli, yemekli, çiğ köfteli, Arapaşı’lı içkili, şerbetli, müzikli, ilahili,
oyunlu, şakalı, ama mutlaka sohbetli birlikteliklerdir. Bu birlikteliklerde mekân olarak evler, bağ evleri, kırlar, kulüpler kullanılır,
mevsime göre. Kadın erkek yaşamlarının farklı platformlarda olduğu Anadolu’da
hanımların da gece veya gündüze yayılmış benzer toplantıları vardır. Veya
ailece helva çekilen, mısır patlatılan kış gecesi etkinlikleri oluşturulmuştur.
Tekkeler, mason locaları, sosyal kulüpler koordinatın farklı uçlarında,
ama aynı gaye ve benzer seremonilerle, belirlenmiş günlerde, toplanıp sohbet
ederler. Ya da davet edilen bir konuşmacıyı dinlerler. Müdâvele-i efkâr (fikir alış verişi) İslâm
fıkhında sünnettir.
Kahvehaneler oyun ve boşa vakit harcama yanında birer sohbet
ortamlarıdır da. Genç kahveleri, yaşlı kahveleri, esnaf, memur, işçi, entel kahveleri
katılımcılarına göre adlanırlar.
Gelişen teknoloji ile sohbetler radyo ve TV. Programlarına da girdiler.
Her ne kadar kelimenin ruhundaki yüz yüze kuralına uymasa da.
Nerede olursa olsun sohbetin güzeli tek düze olmayanıdır. Daldan dala,
konudan konuya geçişler renk ve çeşni katar muhabbete. İster bilgi ve fikre dayalı olsun, ister geyik muhabbeti olsun çok sesliliktir
aranan. Bir de makbul olanı sohbetin
uzun olmayanı.
Bu hafta da biraz sohbet edelim dedim... Zamanınız var mı?
Zaman en kolay harcadığımız,
kıymetini her şey gibi yokluğunda takdir ettiğimiz, varlığında
umursamadığımız bir kaynak. Sözlükler
onu “daha önce olan ve bundan sonra olacak olayların düşüncemizde yarattığı,
başı ve sonu olmayan soyut kavram” diye tarif eder. Kavram ne kadar soyut olsa
da insanoğlu birimleyerek somutlaştırmaya çalışmış onu. Ne derece başarılı
olmuş bilemem; iyi bir film izlerken geçen bir saat ile gece yarısı diş
ağrısının tuttuğu bir saatin aynı zaman birimi olduğunu kim iddia edebilir? Hastalıkta
ve yaşlılıkta bitmeyen gecelerin takvimde yazılan süre olduğunu da kimse
söyleyemez.
Uykusuz geçen geceler uzundur, hastalıklı geceler daha uzun, hastanede
geçen geceler en uzun.
“Şeb-i
yeldayı müneccim muvakkit ne bilir? Müptelâyı gâma sor kim geceler kaç saat?”
En uzun geceyi takvim yapanlar ve yıldız ilmi ile uğraşanlar ne bilsin,
gam çekene sor gecenin kaç saat olduğunu diyor, şair. İmparatorluk dönemi
Cerrahpaşa, Haseki semtleri bu gün olduğu gibi hastanene muhitidir. O civardaki
bir müezzin vaktinden çok evvel sabah ezanını okurmuş. Mahalleli Şehreminine
şikâyet etmişler. Sorguya alınan müezzin; “biliyorum” demiş. “Yanlışlık yok.
Civarda hastaneneler, orada yatan ağır hastalar var. Bunlar sabahın gelişini
hasretle bekliyor. Ezanı erken okuyarak umutlarını tazeliyorum”
Zamanı asırdan saniyeye uzanan matematik deyimlerle sıfatlamaya
çalışmışız ama halk daha yuvarlak söylemleri tercih etmiştir hep. Bizim kuşağın
yaşlılarında zaman eşiği; 93 Harbi,
Seferberlik, Balkan’dan beri, Yunan Zamanı kavramları idi.
Halkımız yazılı tarihleri kullanmak yerine nirengi zamanları çok sever.
Özellikle hanımlar birisinin düğününde karnındaki çocuktan başlayıp akıl almaz
bir mantık zinciri ile bir başka olayın tarihini düşerler. Üstelik kesin bir
isabetle. Bilinen fıkrada; namaz
esnasında bir kabahat yapıp köyü terk eden imam çok uzun yıllardan sonra
uğradığı köyde bir gence kaç yaşında olduğunu sorar. Aldığı cevap “imam yellendikten
on beş sene sonra doğmuşum “ olur.
Daha eski ve belirsiz zamana uzanmayı ise hâlâ “Nûh'u Nebî’ den kalma” veya “Kâlû-belâ” deyimleri ile belirtiriz. İslâm inanışına göre; insan
ruhları bedenden evvel yaratılmış tanrısal nitelikler taşıyan varlıklardır.
Tanrı onlara “elest” adı verilen yüce toplantıda sorar:
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
Bütün ruhlar “belâ = evet” derler.
“Kâlû belâ” Arapça “evet dediler” anlamı ile ruhların yaratıldıkları
zamanı yani en eskileri ifade eder.
Bir benzer söylem de “ezelden
beri” dir. Ezel başlangıcı olmayan zamanı ifade eder ve koordinat “ebet’
e= sonsuza” gider.
Bir de “fi tarihi” var. “Fi” çok
eskiden, oldukça eski bir tarihte, belli olmayan çok eski bir zamanda, bir
zamanlar anlamındadır. Osmanlıca ’da,
örneğin bir resmi yazının altına “fi 12 recep 245” diye tarih atılırmış. İlk kullanılışı ise;1478 yalında Fatih Sultan
Mehmet’in bastırdığı altın sikkenin arkasındaki, “darabe fi Konstantin’ine=
İstanbul’da basılmıştır .” şeklinde.
Çok eski tarihlerden beri zamanın belirleyicisi olarak güneşin
hareketleri ve gün birimi esas alınmıştır. Günün alt birimleri olarak da saat.
Bildiğimiz saat kavramı dışında bir de “Eşref saat” var.” Sözlük anlamıyla ilgili en doğru yanıt Türk Dil
Kurumu’nun resmi sayfasında; iki şekilde:
-“Bir işin olumlu yola
girmesi için en uygun zaman.”
-“İş görecek kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zaman.”
-“İş görecek kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zaman.”
Zaman
hep aynı hızla akıp gitmez. Gençlikte yavaştır, hızla geçmesini, büyümeyi
istersiniz, yaşlılıkta ise yavaşlamasını. Çünkü her geçen gün sona biraz daha
yaklaşmanın işaretidir. Bazen siz istemesiniz de durur veya öyle zannedilir;
beklemede olduğunuz zamanlar… Askerde
tezkere, hapishanede, tahliye, cezada af beklemek… Anadolu da bir deyim vardır.
“Sofrada aş, yatakta eş beklemek zordur.”
Hz. Peygamberin de bir sözü var; "El-intizar eşeddü
minen-nar=Beklemek ateşten şiddetlidir.”
Beklemenin
en güzel işlendiği ise, Beckett’in, sonu gelmeyen ve anlamsızlığı daha başından
belli olan bir bekleyişin anlatıldığı tiyatro oyunudur; “Godot’yu Beklerken”… Oyunun iki ana karakteri, Vladimir ve
Estragon. Kısa adlarıyla Didi ve Gogo, Godot’yu beklerler. Ama Godot gelmez…
Tevfik Fikret’in mısralarında ise;
“Evet, sabah olacaktır, sabah olur; geceler, Tulû-i haşre (kıyamet doğana ) kadar sürmez;”
Asıl olan elinizdeki zamanı iyi kullanmak. Zaman beş
harfli, en anlamlısı ise iki harfi, “an”.
Anı iyi değerlendiriniz.
(Bir süre yokum. Esen kalınız.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder