25 Nisan 2018 Çarşamba

İLETİŞİM


Yarım asır evvelinin haberleşme gereçlerinde tele(siz)komünikasyon henüz yaygın değildi.  Telsiz kullanımı; ordu, deniz ve hava taşımacılığı, bazı devlet kuruluşlarının tekelinde ve devletlerin ciddi kontrolü altında yapılabilirdi. Tabii ki casusluk endişeleri yüzünden. Halk kitlelerinin kullanımına sunulan sadece alıcı radyo cihazlarıydı. Bu alıcılar için metrelerce antene gereksinim duyardık.  Çok katlı, sarmal, çıplak bakır teller evlerin damlarından komşu damlara çekilir, her iki ucuna belirli aralıklarla porselen izolatörler (fincan) yerleştirilir, ortaya yakın bir noktaya sabitlenen yalıtkan kablo pencereye açılan bir delikten sokularak olabildiğince kısa bir hatla alıcıya girerdi.  Net yayın alabilmek için, alıcıdan çıkan ikinci bir hat da en kısa yoldan toprağa verilirdi.  Antenle toprak hattı arasına küçük bir şalter bağlanır ve yağmurlu havalarda bu şalter devreye sokularak antenin çekebileceği yıldırım, cihaza zarar vermeden toprağa aktarılırdı. Bugün bile eski evlerin pencere pervazlarında bakalit saplı bu şalterlere rastlamak olasıdır.  Yabancı uyrukluların ve komünizm şüphesi ile takipte olanların çatı anteni kullanmaları yasaktı.  Bu sakıncalı(!) kişiler yalnız, bir metre boyunda çapraz çakılmış iki çıtanın köşegen oluşturduğu kareyi birkaç sefer çevreleyen Çerçeve Anten kullanabilir ve tabii ki kısa dalga yayınları alamazlardı.
Radyo verici istasyonları ve telsiz yayınları için anten tarlalarına (!) gereksinim vardı. 15-20 metre yüksekliğindeki onlarca Pilon arasına yine porselen veya cam izolatörlerle, yüzlerce metre bakır teller çekilirdi.  Bu tarlalar için tercihen yüksek tepeler seçilirdi. Yeşilköy hava alanının pilonları ile kaplı alan sanırım hâlâ Telsiz semti olarak anılıyor.
Ülkenin birçok yerinde ordunun telsiz dinleme postaları        vardı. Elektrik şebekesinin bulunmadığı bu merkezlerde ters yatırılmış bisiklet gibi bir aparatın önüne oturan bir er pedalları kol gücü ile saatler boyu çevirir zincirin bağlı olduğu küçük jeneratör de alıcı cihaza gerekli cereyanı üretirdi. Homojen bir üretim için aparata monte edilmiş voltmetreyi (ampermetre de olabilir) sürekli izlemek ve aynı noktada sabitlemek gerekirdi.
Yedek subaylığımı yaptığım 1960 yıllarda bunlar yerine Telsiz Röle İstasyonları vardı.  50-100 km. ara ile yüksek doruklara kurulmuş, birbirlerini gören çanak antenler ve son derece teknik aletler, tabii ki düzenli elektrik üreteçleri... Telefon büyük illerin ve çok kısıtlı kitlenin haberleşme aracı idi. Resmi daire ve bürokratlar dışında manyetolu santrallarda hat sahibi olabilmek bir imtiyazdı, nerede ise.
Birçok ilçe, hemen bütün bucaklar ve jandarma karakolları PTT’nin değil Jandarmanın şebekesi ile görüşebilirlerdi. Şebeke dediğim, telgraf direkleri, ağaç dalları, bina duvarlarına çekilmiş, vasıfsız iletkenli ve tekli hatlar.  Bir arkadaşım, 1960’lı yıllarda kaymakamlığına atandığı Bursa’nın Keles ilçesi telefon hattının, bir köyü kat ederken, köy mezarlığının dikenli telinden elli metre kadar faydalanılarak görüşebildiğini anlatmıştı.
Manyetolu telefonlar ve bunları besleyen 6-12 voltluk pillerle, karakoldan karakola veya merkezden merkeze birbirine hat aktararak (yol vererek) yapılabilen görüşmeler, meraklı dinleyicileri devamlı hatta tuttuğundan, akım iyice düşer ve kesintiye uğrardı. Bu durumda çözüm, galiz küfürler veya “... Aradan çık, kaymakam bey görüşecek” tehdidi ile sağlanabilirdi.
İkinci hattı toprak tamamlardı.  “Toprak hattı çok önemli bir olaydır.” Telefon araçları veya santrallardan çıkan bir hat yarım metre derinden toprağa verilir.  Daha net iletişim kurmak için toprak hattını zaman zaman ıslatmak gerekirdi.  Asit ortamın daha iletkenlik kazandıracağı var sayımından mı yoksa bir erin “Toprak hattına su dek ulan” emrini yanlış anlayışından mı kaynaklanır bilemem? Toprak hattına işemek usuldendi. 
Bizim kuşak tıpkı bizden evvelkiler gibi hep telgraf çekti.  Belki de bundan galat,  Anadolu ahalisi hâlâ telefon etmez, telefon çeker. 1860’larda Kırım harbi ile ülkeye giren telgraf demir yollarının vazgeçilemez gereksinimi yüzünden paralellerine çekilen hatlar ve iyi yetişmiş fedakâr telgrafçılar ile İstiklâl savaşında çok yarar sağladılar.  İstiklâl harbi arşivleri “dakika tehiri idamı muciptir” veya “makine başında” üst başlıklı telgraf metinleri ile doludur.  Acil durumlarda önemli kişiler makine başına gelerek karşılıklı yazışırlardı (chat’leşirlerdi) tabii ki telgraf memurunun tercümanlığı ile. Zira Mors bilebilmek, yabancı dil bilmek gibidir. Okur-yazar oranının %10’larda dolaştığı bir dönemde ise ayrıcalıktır.
Telgrafçılar, manipleyi genelde sol el ile kullanırdı. Sağ el, kulakla algıladıkları sinyalleri yazıya dökmek için gereklidir. Kâğıt şerit üzerindeki nokta-çizgiye ancak tereddüt halinde müracaat ederdiler.  Kelimeler arasındaki fasılanın kısa düşmesi, yanlış basılmış harfler komik ve anlamsız kelimelere sebep olurdu.  Hele şifreli metinlerde bu sorunlar çok olurdu.  Toplu yerlerde telgrafçılar parmakları ile masa veya başka bir zemine mors vurarak karşılıklı görüşür, hava basarlardı.
Telgraf çıkış ve varış merkezlerinin kısa rumuzları olur, kurumlar ve ticari işletmeler kısa Telgraf Adresi’ ne sahip olurlardı. Zira telgrafı kısa ve anlamlı yazmak gerekli ve mecburiyettir. Ücret mesafeye değil kelime sayısına göre tahakkuk eder.  Başlangıçta; Yıldırım, Acele, Normal, ELT, Cevaplı, Karşılaştırmalı, Lüks gibi servis işareti taşırlar. 

      
Alınan metinler, Fransa’daki orijinlerinin nerede ise kopyası, ikinci hamur, özel basımlı kâğıtlarına sabit kalemle yazılır bisikletli, özel dağıtıcıları eli ile anında teslim edilirlerdi.  Köylere ise ek bir ücret alınarak atlı Sürücü’ ler marifeti ile ulaştırılırdı. Lüks ibareli olanlar üzerinde Çocuk Esirgeme Kurumunun amblemini taşıyan farklı bir kâğıda yazılır, fazladan alınan ücret de bu kuruma giderdi.   Yıllar sonra kâğıt şeritlere daktilo harfi ile baskı yapan Telem makineleri çıktı. Bugün bile telgraf varakları veya postane damgalı kopyaları mahkemelerde ispat edici vesika olarak kabul görmektedir.  
Tren istasyonlarının binalarından dışarı taşan maniple tıkırtılarını, ahşap telgraf direklerine kulaklarımızı dayayarak akım taşıyan tellerin rezonans seslerini büyük bir zevkle dinlerdik. Omuzlarında bir kangal tel ve iç çeperi sivri dişli, yarım daire, çelik tırmanma aparatları taşıyan, maharetle tahta direklere tırmanan hat bakıcılarını gıpta ile seyrederdik.    Bu adamlar hat boylarında gün boyu, başları yukarı dönük yürürler, şebekeyi ayakta tutarlardı.
Onlar da zamanın acımasız derinliklerinde yok olup gittiler.  Her yeni buluş bir evvelkinin pabucunu dama attı!  Sadece bir hoş seda kaldı o günlerden;
        Telgrafın tellerine kuşlar mı konar?
        İnsan sevdiğine yârim, böyle mi yapar.




12 Nisan 2018 Perşembe

SOHBET VE ZAMAN



Bilgisayar yaşam alanımızın her yöresine hızla yerleşti. Şimdi ikili veya çoklu chat’leşiliyor. Tabii yazılı ortamın ses tonu, vurgu ve mimiklerden yoksun dünyasında. Ya eskiden; sohbet edilirdi. Sohbet kelime anlamı olarak arkadaşça, yüz yüze görüşme, birlikte oturup söyleşme anlamına gelir. Türkçe’ de Yaren ve arkadaş terimleri de aynı köke dayanırlar. Peygamber Efendimizin mübarek yüzünü görerek sözlerini dinleme saadetine erişenlere de buradan esinlenerek Sahabe –çoğulu Ashap- denilir.  Sohbetin eş anlamlısı Muhabbet’tir ki aynı zamanda sevme, sevişme, dostluk manalarını da taşır. Yüz yüze görüşmenin sevgi ile özdeşleşmesi tesadüf olmasa gerekir. 
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül sohbet ister kahve bahane.”
Toplumumuz zaman sürecinde farklı zemin ve tarzlarda olsa da sohbet bahanelerini hep bulmuştur; padişah meclisinden, yaren meclisine,  pir söylemlerinden, derviş sofralarına yaygın bir yelpazede…  Atatürk’ün akşam sofraları ünlüdür. Katılanlar anılarında buranın bir forum ve sohbet arenası olduğunu nakil ederler.
Helva sohbeti, gezek, sıra geceleri, salı toplantıları ne isim alırlarsa alsınlar; çerezli, yemekli, çiğ köfteli,  Arapaşı’lı içkili, şerbetli, müzikli, ilahili, oyunlu, şakalı, ama mutlaka sohbetli birlikteliklerdir.  Bu birlikteliklerde mekân olarak evler,  bağ evleri, kırlar, kulüpler kullanılır, mevsime göre. Kadın erkek yaşamlarının farklı platformlarda olduğu Anadolu’da hanımların da gece veya gündüze yayılmış benzer toplantıları vardır. Veya ailece helva çekilen, mısır patlatılan kış gecesi etkinlikleri oluşturulmuştur.
Tekkeler, mason locaları, sosyal kulüpler koordinatın farklı uçlarında, ama aynı gaye ve benzer seremonilerle, belirlenmiş günlerde, toplanıp sohbet ederler. Ya da davet edilen bir konuşmacıyı dinlerler.  Müdâvele-i efkâr (fikir alış verişi) İslâm fıkhında sünnettir.
Kahvehaneler oyun ve boşa vakit harcama yanında birer sohbet ortamlarıdır da. Genç kahveleri, yaşlı kahveleri, esnaf, memur, işçi, entel kahveleri katılımcılarına göre adlanırlar.
Gelişen teknoloji ile sohbetler radyo ve TV. Programlarına da girdiler. Her ne kadar kelimenin ruhundaki yüz yüze kuralına uymasa da. 
Nerede olursa olsun sohbetin güzeli tek düze olmayanıdır. Daldan dala, konudan konuya geçişler renk ve çeşni katar muhabbete.  İster bilgi ve fikre dayalı olsun, ister geyik muhabbeti olsun çok sesliliktir aranan.  Bir de makbul olanı sohbetin uzun olmayanı.
Bu hafta da biraz sohbet edelim dedim... Zamanınız var mı?
Zaman en kolay harcadığımız,  kıymetini her şey gibi yokluğunda takdir ettiğimiz, varlığında umursamadığımız bir kaynak.  Sözlükler onu “daha önce olan ve bundan sonra olacak olayların düşüncemizde yarattığı, başı ve sonu olmayan soyut kavram” diye tarif eder. Kavram ne kadar soyut olsa da insanoğlu birimleyerek somutlaştırmaya çalışmış onu. Ne derece başarılı olmuş bilemem; iyi bir film izlerken geçen bir saat ile gece yarısı diş ağrısının tuttuğu bir saatin aynı zaman birimi olduğunu kim iddia edebilir? Hastalıkta ve yaşlılıkta bitmeyen gecelerin takvimde yazılan süre olduğunu da kimse söyleyemez.
Uykusuz geçen geceler uzundur, hastalıklı geceler daha uzun, hastanede geçen geceler en uzun.
“Şeb-i yeldayı müneccim muvakkit ne bilir? Müptelâyı gâma sor kim geceler kaç saat?”
En uzun geceyi takvim yapanlar ve yıldız ilmi ile uğraşanlar ne bilsin, gam çekene sor gecenin kaç saat olduğunu diyor, şair. İmparatorluk dönemi Cerrahpaşa, Haseki semtleri bu gün olduğu gibi hastanene muhitidir. O civardaki bir müezzin vaktinden çok evvel sabah ezanını okurmuş. Mahalleli Şehreminine şikâyet etmişler. Sorguya alınan müezzin; “biliyorum” demiş. “Yanlışlık yok. Civarda hastaneneler, orada yatan ağır hastalar var. Bunlar sabahın gelişini hasretle bekliyor. Ezanı erken okuyarak umutlarını tazeliyorum”
Zamanı asırdan saniyeye uzanan matematik deyimlerle sıfatlamaya çalışmışız ama halk daha yuvarlak söylemleri tercih etmiştir hep. Bizim kuşağın yaşlılarında zaman eşiği; 93 Harbi,  Seferberlik, Balkan’dan beri, Yunan Zamanı kavramları idi.
Halkımız yazılı tarihleri kullanmak yerine nirengi zamanları çok sever. Özellikle hanımlar birisinin düğününde karnındaki çocuktan başlayıp akıl almaz bir mantık zinciri ile bir başka olayın tarihini düşerler. Üstelik kesin bir isabetle.  Bilinen fıkrada; namaz esnasında bir kabahat yapıp köyü terk eden imam çok uzun yıllardan sonra uğradığı köyde bir gence kaç yaşında olduğunu sorar. Aldığı cevap “imam yellendikten on beş sene sonra doğmuşum “ olur. 
Daha eski ve belirsiz zamana uzanmayı ise hâlâ “Nûh'u Nebî’ den kalma” veya “Kâlû-belâ” deyimleri ile belirtiriz. İslâm inanışına göre; insan ruhları bedenden evvel yaratılmış tanrısal nitelikler taşıyan varlıklardır. Tanrı onlara “elest” adı verilen yüce toplantıda sorar:
“Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
Bütün ruhlar “belâ = evet” derler.  “Kâlû belâ” Arapça “evet dediler” anlamı ile ruhların yaratıldıkları zamanı yani en eskileri ifade eder.
Bir benzer söylem de “ezelden beri” dir. Ezel başlangıcı olmayan zamanı ifade eder ve koordinat “ebet’ e= sonsuza” gider.
Bir de “fi tarihi” var. “Fi” çok eskiden, oldukça eski bir tarihte, belli olmayan çok eski bir zamanda, bir zamanlar anlamındadır.  Osmanlıca ’da, örneğin bir resmi yazının altına “fi 12 recep 245” diye tarih atılırmış.  İlk kullanılışı ise;1478 yalında Fatih Sultan Mehmet’in bastırdığı altın sikkenin arkasındaki, “darabe fi Konstantin’ine= İstanbul’da basılmıştır .” şeklinde.
Çok eski tarihlerden beri zamanın belirleyicisi olarak güneşin hareketleri ve gün birimi esas alınmıştır. Günün alt birimleri olarak da saat. Bildiğimiz saat kavramı dışında bir de “Eşref saat” var.” Sözlük anlamıyla ilgili en doğru yanıt Türk Dil Kurumu’nun resmi sayfasında; iki şekilde:
-“Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman.”
-“İş görecek kimsenin ters davranmayarak, güçlük çıkarmayarak uysallık gösterdiği zaman.”
Zaman hep aynı hızla akıp gitmez. Gençlikte yavaştır, hızla geçmesini, büyümeyi istersiniz, yaşlılıkta ise yavaşlamasını. Çünkü her geçen gün sona biraz daha yaklaşmanın işaretidir. Bazen siz istemesiniz de durur veya öyle zannedilir; beklemede olduğunuz zamanlar…  Askerde tezkere, hapishanede, tahliye, cezada af beklemek… Anadolu da bir deyim vardır. “Sofrada aş, yatakta eş beklemek zordur.”  Hz. Peygamberin de bir sözü var; "El-intizar eşeddü minen-nar=Beklemek ateşten şiddetlidir.”
Beklemenin en güzel işlendiği ise, Beckett’in, sonu gelmeyen ve anlamsızlığı daha başından belli olan bir bekleyişin anlatıldığı tiyatro oyunudur;  “Godot’yu Beklerken”…  Oyunun iki ana karakteri, Vladimir ve Estragon. Kısa adlarıyla Didi ve Gogo, Godot’yu beklerler. Ama Godot gelmez…
Tevfik Fikret’in mısralarında ise;
“Evet, sabah olacaktır, sabah olur; geceler, Tulû-i haşre (kıyamet doğana ) kadar sürmez;”
Asıl olan elinizdeki zamanı iyi kullanmak. Zaman beş harfli, en anlamlısı ise iki harfi, “an”.
Anı iyi değerlendiriniz.
(Bir süre yokum. Esen kalınız.)


8 Nisan 2018 Pazar

BURSA’NIN SOKAK SESLERİ




OLAY GAZETESİ BURSA DA YAŞAM EKİM 2011’ekinden
“Nasıl kıydın Mefaret Hanım  kendi kendini,
Çifte doktor doğradı o beyaz tenini.”
Önce yanık erkek sesi sıcak öğlen güneşinin kavurduğu Arnavut Kaldırımı sokaklarda, çivit badanalı duvarlarda, üstü kiremit dizili bahçe duvarlarından uzanmış Dut, Hanımeli, Asma yapraklarında yansıdı.  Ardından giyotin pencerelerin yukarı sürülürken kuru tahtalarda çıkardıkları cızırtı,  açılan bahçe kapılarının parmak basmalı mandal şıkırtıları ve kadın sesleri geldi peş peşe.  1954 yılının yaz aylarıydı. Mahalleye Destancı gelmişti.
“Bodrum hâkimi Mefharet hanınım intiharı”, “Tatar güzeli Suılhiye ve Şehremini cinayeti”, “Salacak canavarı, Sevimi ve iki yavrusunu nasıl katletti”    Ülkede ses getiren bir cinayet, aile faciası, çok ölümlü bir kaza, Jandarmayla çarpışıp öldürülen kaçak mahkûmlar benzeri sansasyonel bir olay olmasın; bunun hikâyesi halk şairleri tarafından asgari yüz mısralık bir şiir haline getirilir, olayı resmeden renkli bir kapakla kitaplaştırılır ve illeri, ilçeleri, köyleri dolaşan sokak satıcıları eliyle bütün yurda dağıtımı yapılırdı.  
Yalnız destancılar mıydı çocukluğumun Bursa Sokaklarının sesleri? Şarkı Sözleri, Maniler, Rüya Tabirleri satıcıları; genelde güzel sesleri ile ellerindeki baskıların içeriğini yüksek sesle okuyarak dolaşırlardı. Satın alanlar sanırlardı ki, elde kitabı olunca genelde Allah vergisi ses ve kulağa sahip bu Roman kökenli satıcı kadar güzel söyleyebilecekler. Tıpkı sokak satıcısından satın aldıkları mukavvadan yapılmış kemanı onun gibi çalabileceklerini sanarak.
Bir atın iki yanına astıkları tahta raflarda kitap satanlar vardı. Yasin, Namaz Sureleri, dua kitapları yanında Şahmeran, Battalgazi, İslâm’ın Kılıcı hikâyelerinden Pardayanlar serisine, Peride Celal, Muazzez Tahsin’in son kitabına, Pekhosbill, Ateş, Doğan Kardeş, Mani di fata Nakış dergilerinin eski sayılarına kadar geniş bir yelpazeyle hizmet sunarlardı.
İlde motorlu araç neredeyse parmakla sayılacak kadar azdı. Bunlar da ara sokaklara çok seyrek olarak girerdi. Yaprak hışırtıları, kuş, horoz ötüşü, su şırıltısı dışında, sokağın sesi çocuk çığlıkları, pencereden pencereye veya kapı aralarından uzanan hanım sohbetleri ve sokak satıcılarının nakaratları olurdu.  Bu nakaratlar farklı etnik köklerin, yöresel şivelerin, gırtlak oyunlarının etkisiyle o kadar renkli, o kadar ritimli bazen de o kadar anlaşılmazdı ki… Ama bir o kadar da ahenkli ve unutulmaz.
Sokak satıcıları her gün belirli saatte, haftanın, ayın belirli günlerinde, mevsimsel periyotlarla veya düzensiz zaman aralıklı, bazen de tek seferliktiler.
Yoğurtçu saat düzenine en sadık olandır. Ensesine gelen orta kısmı küçük bir yastıkla takviye edilmiş iki, iki buçuk metre boyundaki kalınca bir sopayı taşır omuzlarında. Bu sopanın iki ucundaki üçlü urgan düzeyine oturtulmuş tahta tepsilerde 60 santim çapındaki galvaniz yoğurt tavaları her iki tarafa dengeli olarak dağıtılmışlardır. Yıllar boyu kilolarca yoğurt tavasını taşıyan bu sırık her iki uca doğru esneyip bel vermiş olurdu. Tabii aynı yükü taşıyan yoğurtçunun sırtı da bel vermiş olurdu. Bir elinde Pazar terazisi diğer elinde bazen küçük bir çan.   Dilinde özgün haykırışı, “Yogirtciiii…”  Bu çağrı o kadar özgündür ki; aşina olmayanlar bazen ne dendiğini bile anlayamazlar. Günlük abone kapılarda, çağrılan kapı önünde veya sokağın belirli bir noktasında durur. Bir omuz hareketiyle düzeneğini yere indirir. En üst tavayı kapatan kontrplak kapağı kaldırır. Tavanın alt bir tarafını küçük tahta takozu ile biraz eğdirerek yoğurt suyunun tek yönde toplanmasını sağlar. Evlerden uzatılan kâsenin seyyar el terazisinde darasını alır, elindeki kepçeyle birkaç seferde yanlamasına kestiği yoğurdu, kaymak üstte kalacak şekilde, kâsenize bir sanat düzeyinde kaydırır. El terazisi çok hassas bir tartı sağlamaz. Aldığınız bir kilo yoğurt bazı gün daha az, bazı gün daha çoktur ama bu hiç kimse için olay değildir.
Atlı manavın saat düzeni de şaşmaz.  Atın iki yanına asılmış küfeler muhtelif sepetler, eyer üzerine konulmuş bir iki sandık içindeki sebze ve meyveler yine seyyar terazi ile tartılarak servis edilirdi. Mevsiminde, çilek ve dut tartılmazlar, eğere asılmış çengellerdeki küçük sepetleri ile satılırlardı. 
Yoğurtçunun omuz düzeneğini dondurmacı da kullanırdı.  Sırığın bir yanında gaz tenekesi boyutlarında camlı bir dolap. Raflarına renk renk sivri, yuvarlak dondurma külahları, kâğıt helvalar sıralanmış. Diğer yanda etrafı havlular veya kumaş ile sarılmış tahta fıçı içersinde tuz ile sıkıştırılmış kar korumasında, derin, silindirik dondurma kabı, üzeri önce çiçekli bir porselen tabak sonra da havlu örtülü olarak yolculuk eder. Dondurma fıçısı ile külah dolabının ağırlığı hiç bir zaman eşit değildir. Zaten dondurma satılıp azaldıkça, fıçıdaki erimiş buzun suyu alttaki delikten zaman zaman tahliye edildikçe denge noktası değişime uğrar. Bu sebeple dondurmacı sırığı omzunda sağa sola kaydırarak dengeyi sağlardı. Dondurmacılar kış ayları aynı düzenekle, bir yanında yuvarlak döküm mangalı üzerinde salep güğümü diğer yanda bardakların dizildiği tepsi veya raftaki fincanları ile salep satarlardı. Fincan yıkamak için teneke ibrik eldedir. Geceleri tek güğümle boza sattıkları da olurdu.
Sokak içine çok nadir olarak üç bisiklet tekerlekli, üzeri tenteli dondurma arabaları da gelirdi.Ardında her yaştan çocuk ordusu ve parasız çocukları şeytan külahına konmuş ufacık bir parça dondurma ile gönülleyen peştamallı, babacan dondurmacı.  Bu dondurmacılarda külahtan başka metalden kadeh biçimi dondurma kapları da dizili olurdu. Tekerlek yanında küçük musluklu, asma su deposu. Beyaz peştamallı ustaya genelde aynı kıyafete bürünmüş küçük çırağı veya kendi oğlu eşlik ederdi. Yokuş mahallelerde bu arabayı itme şerefine talip gönüllü çocuklar her zaman vardı; bir parça dondurma ile ödüllendirilmeyi uman. Ama bunlar genelde çarşı, cadde ve otobüs garajları dondurmacılarıdır.


Macuncular bağırmazlar, saz heyetiyle dolaşırlardı. Bir keman, bir darbuka bazen klarnet ve başında kalaylı metalden sekizgen bir tepsi. Merkezi 10 santim çapında yuvarlak etrafı üçgenimsi altı veya sekiz parçaya bölünmüş. Her bölümde farklı renk ve lezzette şeker macunu; Naneli, bergamotlu, karanfilli. susamlı, fındıklı çövenli… Elinde taşıdığı üç bacaklı, yüksek sehpayı yere koyar, macun tepsisini üzerine oturtur. Sehpanın bir ayağına asılı torbadan on santim boyunda bir dut çubuğu alır diğer elindeki tornavida yardımıyla kopardığı macunu bu çubuğu döndürerek sarar ve uzatır. Çubuğun üzerinde birkaç renkten oluşmuş bu kombinezon biraz sonra küçük dudaklarca yalanarak bambaşka şekillere dönüşecektir. Bu sırada saz heyeti(!) konserine devam etmektedir.
Sucuların (Saka) da saatleri değişmez. Ya bir eşek veya atın sırtına veya küçük bir at veya eşek arabasına yükledikleri galvaniz su damacanaları ile evlere Devrengeç Suyu dağıtırlardı. Sucunun kendini ilânına gerek yoktur, o bağırmaz. Zira su ihtiyacı olan evin alt kat penceresine, sokak kapısının kulpuna veya belirlenmiş bir yerine sabahtan asılmış beyaz bir bez su ihtiyacının bildirisidir. Sucu hiç çekinmeden,  esasen geceleri hariç hiç bir zaman kilitli olmayan bahçe veya bodrum kapısını açar, girer.  Evin en serin yerleri; alt mutfak, bodrum girişi gibi yerlerde duran su küpünü doldurur, çıkar gider. Parasını haftalık veya aylık olarak tahsil edecektir.
Şehir küçüktü, mahalle daha küçük, sokak ondan da küçük. Devamlı satıcılar sakinleri tanırdı, sakinler satıcıları. Arada bir kardeşlik samimiyeti ve hukuku gelişmişti. Bir “Kör Ömer” anımsıyorum. Doğuştan âmâ olmasına karşın bütün mahalleyi, dudaklarında kendi bestesi monoton ağıt gibi bir melodiyle,  hiç karıştırmadan kapı kapı dolaşır, dilenirdi. Herkesi ismiyle tanırdı sesinden. Hanımlarca kapı aralarından karnı doyurulurdu. Hatta vebali söyleyenlerin boynuna, bazı dul hanımlarca başka türlü de sevindirilirmiş!
Ev hanımlarının hatta çocukların veresiye alışverişleri olurdu. Zaten para her alışverişte söz konusu değildi. Ev hanımlarında her zaman para bulunmazdı ama eskiciye verilebilecek eski giyim eşyası her zaman vardır. Bunlar peşin para karşılığı sırtında torbası ile dolaşan Eskiciye satılırdı.  Veya el arabası ile dolaşıp eski karşılığı bardak,  porselen tabak, emaye kap satanlarla trampa edilirdi. Bu satıcılar daha sonraki yılarda da bir süre melamin tabak ve Teflon tava ile devam ettiler bu trampa ticarete. Daha değersiz giyim eskilerinin alıcısı “Mandalcıydı”.  Sırtında eski torbası elinde mukavvalara dizili tahta çamaşır mandalları dilinde bet sesiyle, değişmeyen sloganı “Hem çamaşıra hem kaynanaların dilini tutmaya.”
Trampayı bizler de yapardık. Bira ve meşrubat şişeleri depozitliydi ama gene de içki, ilaç, vs şişeleri birikirdi evlerde. Bunlarla eşekli satıcılardan keçiboynuzu, iğde, leblebi tozu (kavut) trampa ederdik. Hatta küçük cam kırıkları karşılığında bile. Bu alışverişlerde kazandığımız pazarlık yeteneği tüm yaşantımızda etken olmuştur. Örneğin Mudanya vapurunda çok önemliydi pazarlık. Mudanya vapuru haftanın iki günü Armutlu’ya uğrar ve iskelesi olmadığı için demirleyen gemiye yanaşan mavna ile alır verirdi yolcularını. İşte bu esnada geminin diğer çıkış kapısına onlarca sandal yaklaşır, küçük hasır tabaklar içinde taze balık pazarlarlardı. Barbunyalar, tekirler… Başlangıçta fiyatlar yüksektir ama gemi demir almaya başlayınca iyice düşerdi. Zira satılamayan bu balıklar doğru düzgün kara ulaşımı da olmadığı için elde kalmaya mahkûmdu.
Biz çocukların bir başka beklentisi Poğaçacı, Kaymaklı Kurabiyeci, Horoz şekerci, Elma şekerci idi. Ve tabii ki  “Oyuncakçı Dede.” O zamanki ölçülerimize göre bu yaşlı adam kendi imalatı, ipinden çekilerek yürütülen kavak tahtası arabalar, kız çocukları için torna işi çok renkli beşikler veya yürürken kanatlarını çırpan kelebek veya başını sağa sola çeviren oyuncak ördek satardı. Plastik ve plastik oyuncaklar henüz girmemişti yaşantımıza.
Bir Fahrettin vardı. Otistik görünüşlü bir gençti ama galvaniz telden kıvırarak yaptığı otomobil, otobüs, kamyonlar prototip model olabilecek kadar mükemmel birer sanat eseriydiler.
Mevsimsel satıcılar yaz günleri eşek veya arabalarla dolaşan kavun karpuz satıcılarıdır. Yazın sonu ve sonbaharda ise eşeksırtında kozalak, çıra, at sırtı veya arabalarla odun pazarlayan dağ köylüleridir. Bir at veya eşeksırtındaki odun miktarına “bir yük” denilir ve pazarlık bunun üzerinden yapılırdı. Çok tabiidir ki bu satıcıların ardında “Odun Yarıcılar” dolaşırdı. Omuzlarında baltası, koltuk altlarında katlanmış küçük sehpası ve testereleri ile. Bu sezonun bir başka tipi “Baca Temizleyicisi" idi.
Zamanı belirsiz satıcılar ve zanaatkârlar çok çeşitliydi. Şehirlerin, kasabaların mahalleleri olurdu ve çarşıları. Güzelim ahşap evler, bol ağaçlıklı bahçeler yıkılıp apartman bloklarına, zemin katları dükkâna dönüşmeden evvelki zamanlardı. Mahallelerde bakkal, berber ve ayakkabı tamircisi dışında dükkân olmazdı. Öyle olunca da uzak çarşılara gitmek yerine esnaf sokağınıza gelirdi. Çerçi, Kalaycı, Tesisatçı, Muslukçu, Lehimci, Olukçu, Çeyizci, Bohçacı Somyacı, Hallaç, vs.
Hallaç’ın en önemli aparatı kemane denilen iki metrelik esneyebilir bir ağaç dalına kurutulmuş, bükülü bağırsak(sırım) gerili ok yayı gibi nesnedir. Bunu bir değnek yardımı ile çağrıldığı evin avlusu veya kapı sahanlığında duvara asar. Burası sokağın düz zeminli bir kuytu köşesi de olabilir. Yere yayılmış yaygı üzerine bağdaş kurar, oturur.  Hallaç elindeki ucu çentikli tahta tokmakla bağırsağa vurur. Bağırsak titreşirken yere serilmiş yatak ve yastıklardan boşaltılmış yün veya pamuk kütlesine yönlendirir onu. Titreşen yay temasta olduğu pamuk kitlesini liflendirir, kabartır. Hallaç yayı kaldırır, atılmış pamukları diğer yana iter, bu işlemi defalarca yapar. Tokmağın havadaki yayda yarattığı ihtizâz ile pamuğa teması esnasındaki sesler çok farklı bir tınıyla tan-tıs, tan-tıs ritmini seslendirirler, bir müzik gibi…
Ya Somyacı? Ülke Taş Devri, Tunç Devri gibi Seki, Minder, Somya, Çekyat, Yatar Kanepe devirlerini yaşadı. Somya; karkası dört köşesi pahlı bükülerek sac borudan oluşmuş dikdörtgene her iki ucundan beş santimlik helezon yayla bağlanmış sandık çemberlerinin döşenmesinden oluşurdu. Gündüz seki ve divanların yerini dolduran geceleri karyola görevi yapan bu düzenek çok rahatsız bir oturma sağlardı.  80-90 santim genişlik duvara dizilen yastıklara rağmen rahat bir dayanak sağlayamaz, devamlı oturma yüzünden bazı bölümdeki yaylar esner, uzar, yerlerinden çıkıp düşer. Oturma ve yatış daha rahatsız, folluk gibi bir pozisyona girerdi. Bu süregelirlikle her gün daha da bozulurdu yaylar ve çemberler. İşte seyyar somyacı elindeki teneke makası, delik zımbası gibi basit aletler ve çantasındaki yedek yaylarla somyanızı yeniden oturulabilir ve yatılabilir konfora dönüştüren önemli bir elemandı!
İllerin özelliklerine göre sokakların renk ve sesleri de değişirdi. Örneğin aynı 1950’li yıllarda İzmir sokaklarında bir keman veya klarnet bir darbuka ve bir oyuncudan olan üçlüyü anımsıyorum. “Arap havası var, Kürt havası var, Laz oyunu, balkan oyunu…”  Sokakları bu çağrı ile dolaşan üçlü vereceğiniz bahşiş karşılığı dilediğiniz yörenin müzik ve oyununu sunardı sizlere. Ve de Kuş Azatçısı; El arabasına yüklediği büyük tel kafesin içindeki onlarca Saka kuşundan bir tanesini ödediğiniz bir ücret karşılığı biraz okşadıktan sonra havaya salardınız. “Azat mezat Ahîrette beni gözet” temennisiyle. Müşterileri genelde hanımlar, özellikle kısmet bekleyenler olurdu. Mutlu kanat çırpınışlarıyla uçan kuş sanırım evdeki büyük kafese geri dönerdi.
Bilemiyorum? Önce sokaklar mı yok oldular, sokak satıcıları mı? Meslek dalları işlevlerini, mallarına ihtiyaçları kaybettiler. Ulaşım ve iletişim araçları gelişti yaygınlaştı, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu.”
 Çocukluğumun sesleri ve sahipleri zaman denilen o acımasız katmanlarda birer birer, yitip gittiler. Sütçü motorize oldu.  Bir tek Simitçi kaldı, başında tepsisiyle.
Mahalle sokaklarında değil ama otobüs garajlarında yanık sesiyle okuduğu manileri beraberinde “Keskin Nane” satan, beyaz önlüklü Nane Şekerci bir süre daha dayandı.Bir de Şip-şak Fotoğrafçılar. Onlar, on beş- yirmi yıl evveline kadar dayandılar. Bursa’da Mekânları Adliye binası ile Defterdarlık arasındaki park ve Belediye ek binasının aralığıydı. Önceleri kalabalık idiler. Hepsi de birbirine benzer aksesuarları, duvara asılmış, çok kere müşterek kullanılan, siyah perdeleri ile. Hepsi de birbirine benzer kişilikleriyle.
Yıllar yılları kovaladı, fotoğrafhaneler arttı, hızlandı, askerler, çocuklar bile elde fotoğraf makinesi ile gezer oldular, poloroit makineler çıktı, işler azaldı azaldı... Şimdi cep telefonları bile resim çekilebiliyor.
Makineleri eskidi, yıprandı, dökülen cilaları yerine kahverengi yağlı boya ile kapatılır oldu ayıpları. Kırılan bakalit objektif kapağının yerini alüminyum ilaç kutusu aldı.  Çatlayan sehpa bacakları teneke yamalarla sarmalandı. Siyah perdeler soldu, yenilenmez oldular. Onlarla beraber fotoğrafçılar da yaşlandı, eskidi. Hiç çözülmemiş kravat düğümleri, formu bozulmuş fötr şapkalarının kenarları yağ bağladı. Kalın çerçeveli, siyah gözlük sapları da tamirli oldular.  Sonra bir gün “devlet etti fermanı”; “vesikalık resimler renkli olacak” dendi. Bu mesleğin defteri dürüldü. Direnmeye çalışan son birkaçı da makinelerinin titreyen bacaklarını yüklediler bükülmüş omuzlarına, titreyen bacaklarla yitip gittiler.
Birkaç makine hurdacılar marifeti ile sağlığında onun objektifi ile hiç göz göze gelmemiş varlıklı koleksiyoncuların salonlarında bir köşe edindiler kendilerine.
Ya fotoğrafçılar? Sesleri zaten yoktu ki…




4 Nisan 2018 Çarşamba

HİKÂYE OKUMAYA ZAMANINIZ VAR MI?


Bundan 64 yıl önce, Türk denizcilik tarihinin en trajik olaylarından biri, Çanakkale Boğazı’nda Dumlupınar adlı denizaltının batması sonucunda 81 denizcinin ölüme yatmasıyla cereyan etmiş; nitekim Marmara’nın soğuk sularında kaybolan onlarca can gibi, böyle bir facia da tarih sayfalarının arasında kaybolup gitmiştir. Bugün yıldönümü olması sebebiyle,  4 Nisan 1953 gecesi yaşanan o talihsiz kazada şehit olanları rahmetle anıyorum.



 LEMAN ABLA
Doğup büyüdüğüm bu kasabaya tam otuz yıldır uğramamıştım. Ta ki, bir iş teması için geç vakit gelip, otele yerleşene değin. Yorgun, yatağa atmıştım kendimi.
Çocukluğumun geçtiği mahallede yürüyorum. Bursa Otobüsü yanık benzin kokusu bırakarak geçip gitmiş. Rüzgârın önüne katıp getirdiği farklı yönlerden farklı kokular; kuru ot kokusu, yonca, çiçek kokuları, hayvan kokuları, kereste fabrikasından hızar cızırtıları eşliğinde taze talaş kokusu. Hele o güzelim pişmiş ekmek kokusu…
İşine tarlasına gidenler çoktan boşaltmış caddeyi. Sabah erken sürüye giden sığırların henüz kurumamış atıkların kokusu geliyor burnuma. Tekerlek sesleri yankılanıyor uzaklardan. Onları göremesem de biliyorum. Her zaman hayranlıkla seyrettiğim, büyüyünce o arabaları yapan ustalardan olmayı hayal ettiğim; Bursa’dan yola çıkmış Anadolu’ya sevk edilen Bursa yapımı rengârenk boyalı Tatar arabaları.  Dört beş tanesi arka arkaya bağlanmış, kuvvetli bir çift atın çektiği, o güzelim konvoylar…  Pırıl pırıl metal tekerlek kovanlarından tatlı tınılar, koşumlardan ince çan sesleri kulaklarımda…
Ortası daha yüksek, bombeli, parke taşı döşeli,  her iki yanda bordürsüz, Arnavut kaldırımı trotuarlarla bir su oluğu oluşmuş. Annemden azar işitmeyi umursamadan giriyorum o dereciğin içine, ıslanıyor ayakkabılarım. Kenarında oluşmuş yosun tabakalarına tepicikler atıyorum. Kopan yosun parçaları suyun akıntısına kapılıp nazlı nazlı gidiyorlar bir süre.
Kaldırımlara yol boyunca fidanlar dikilmiş, ince, tahta çıtadan çapraz çakılı üçgen prizmalarla korumaya alınmışlar. İri kaplama taşlarının ev kapılarına gelen kısımları sabah erkenden hamarat ev hanımlarınca yıkanmış, süpürge darbeleri ile araları oyulmuş, hala daha nemliler.
Subasmanına kadar toprak boyayla bordür çekilmiş, kimi beyaz kimi çivit badanalı, pek çoğu iki katlı ahşap evler… Boyasız hane kapıları, tahta eşikleri, pencere pervazları Arap sabunu ve bulaşık telleriyle ovularak tüylendirilmiş, sarartılmışlar. Alt kat pencerelerde itina ile kapatılmış, uçları dilimli, işli, beyaz patiska perdeler. Üst katlarda havalandırılmak için açılmış camlara bahçelerden uzanmış meyveli ağaç dalları, boru çiçekli sarmaşıklar. Evler arasında uzanan üstleri bir sıra yerli kiremit dizili, alçak bahçe duvarları. Duvar boyu yükseklikte, bazen daha da yüksek, üstleri sundurmalı, sarı, pirinç halkalı bahçe kapıları. Kapı tokmaklarını çalıp kaçmak geliyor içimden, ama yapmıyorum; korkuyorum bilmediğim birilerinden.   Çoğunun kasalarında, kapı kanatlarında buraya girip çıkan at arabalarının dingil uçlarıyla oluşmuş derin çizikler var. Duvar köşeleri, sürtünerek kaşınan mandaların vereceği zarara karşı, dikenli tellerle tuzaklaştırılmış. Bazı bahçeler yağmurun, güneşin, yılların etkileriyle kararmış, yamulmuş tarabalarla sınırlanmış. Artlarında yüksek direkler üstüne kondurulmuş mısır ambarları.
Akarsuyu olmayan evlerin kızları mahalle çeşmesinden su taşıma işini bitirmişler, avlularda toplanmış çeyizlerini işlemekte, hanımlar evler arası komşu gezmelerinde olmalı. Bu saatlerde terk edilmişlik duyguları uyandıran, durgun sessizliği tek bozan bahçelerden yükselen horoz sesleri, gugukçuk, karatavuk ötüşleri, sabah yeli ile hışırdayan kavak yaprakları.
Her iki yanında tavanları daha yüksek, damları Marsilya kiremidi döşeli, üst katları çıkmalı, büyük giyotin pencereleri, çift kanatlı hane kapıları yağlı boyalı evler. Köşede önünde küçük bahçesi ile İsmet Paşa İlkokulu.
Öğretmenim Asiye Hanım siyah önlüğü ile bahçede, el sallıyor. Çevresine toplanmış okul çocukları da katılıyor ona şen cıvıltılarla…
Sağda tek katlı küçük evlerin sıralandığı, bahçe duvarlarına tütün askılarının dayandığı Arnavut kaldırımı dar sokaktan Kavaklar’a yöneliyorum. Buraya yalnız gelmeme izin yok ama umursamıyorum.  Burası da sessiz, kimseler yok. Ama birden bir rüzgâr çıkıyor, hışırdıyor kavaklar, yaprakları düşüyor art arda, ayaklarımı örtüyorlar, birikmiş yaprakları tekme darbeleri ile savurarak yürüyorum.
Aniden sesler yankılanıyor kulaklarımda güneş yok oluyor dalların arasından. Akşam karanlığı çöküyor. Kadınlar hızla iş bohçalarını, poğaça sepetlerini topluyorlar. Oyundan kopamayan çocuklarını çekiştirme telaşındalar. Örgülü saçlı genç kızların yangın alayı bozuluveriyor, acele sarıyorlar atladıkları kalın ipi. Sadece ikili üçlü gruplarla turlayan delikanlılar kalıyor çevrede. Korku ve endişeyle ürperiyorum, eve geç kalacağım, gene kızacak annem.  Koşmak istiyorum, koşamıyorum, boğazımda bir düğüm. Koşuyor ama yol alamıyorum, bir güç çekiyor sanki arkamdan yakalamış.
Zorlukla ana caddeye çıkıyorum,  orası aydınlık ve ferah, rahatlıyorum. İşte karşıda Kaymak’ın Kahvesi, geçince her iki yol sivri bir üçgenle çakışıyor burada ve genişliyor. Kaldırımda kiralık bisikletlerin sıralandığı küçük dükkânında bir ayağı sakat velespitçi amca, el sallıyorum.
Yanında anneannemin evi; kapıyı çalmama gerek kalmadan açılıyor ardına kadar. Evin avlusuna açılan alçak bir tahta kapıdan arka bahçeye geçiyorum, kasılarak gezinen horozlar, aceleci tavuklar dolanıyor. Duvar dibinde terk edilip paslanmış bir biçerbağlardan bir tavuğun feryadı yükseliyor. Demir tekerlerin altındaki samanları karıştırıyorum, gizli folluktaki sıcak, taze yumurtayı alıyorum oradan
En çok bu evdeki kış gecelerini severim. Ürkütücü sessizlikte sadece zaman zaman sokaktaki boza ya da portakal satıcılarının haykırışları, bekçi düdükleri yankılanır. Ve uzaklardan birbirilerine cevap veren köpek havlamaları...
Sabah incecik bir cızırtıyla açarım gözlerimi. Erkenden yakılmış odun sobasının üzerine konulmuş güğümden kızgın saca kayan damlalar incelip kalınlaşan ses dalgalarıyla öter bir süre. Çatırdayarak yanan çıralı odunlar, arada bir devrilirken çıkardıkları tok sesler eşlik eder bu musikiye. Yeni bir damlanın düşmesini bekler, bu arada soba kapağının küçük penceresinden yalazaları izlerim keyifle. Hiç kimse “artık kalk” demez. Ta ki mangala çıkarılmış közde maşa üzerinde kızartılmış ekmek kokusu gelene değin. Ardından bir şişe takılarak soba kapağından içeri uzatılan sucuğun kokusu yayılır tüm odaya. O zaman arzusuyla yorgan keyfini bitirir, ağzım sulanarak fırlarım, doğru kahvaltı masasına…
Sessizlik ve hüzün kış gündüzleri de hâkim olur kasabaya. Tarlalar karla kaplanır, kadınlar evlere, erkekler kasvetli kahvelere kapanırlar. Bastıkça gıcırdayan karlarda yürüyenler azalır, sürüler damlarından çıkamaz, kuru ile beslenirler. Nadiren geçen arabaya koşulu mandaların salyaları incecik süngülerle donar, uzarlar. Saçaklarını buz sarkıtlarının süslediği evlerin yola çıkarılmış soba bacalarından odun dumanı kokuları yayılır etrafa...
Şu karşıdaki Osmanların evi, köşesinde araba dingilleri çarpmasın diye dikilmiş bir silindirik taş var, üzerine oturuyorum. Altımdan serinliğini duyuyorum. Ama ayaklarım yere basıyor şimdi, yukarılarda sallanıp kalmıyor. Bir sarı kedi geçiyor önümden, kuşkulu gözlerle bakıyor bana. Bense hemen tanıyorum onu. Her yaz başı ısrarla minik yavrularını benim yatağıma taşıyan kedi bu. Kalkıp ardı sıra yürüyorum, meydanın bitişiğindeki bizim evimiz, yanındaki de Leman Abla’nın.
Leman Abla cumbada, dirseklerini aralıklı tahtalarına dayamış sarı saçları omuzlarında. Dalgın bakışlarını ufuklara dikmiş gene öylece durgun, hüzünlü. Her zaman hüzünlüdür zaten. Yıllar evvel Çanakkale Boğazında, sabaha karşı, bir yabancı şileple çarpışıp batan Dumlupınar Denizaltısındaki şehit kocasını düşünür. Gemiden su yüzüne çıkan haberleşme şamandırasının bağlantısı kopmadan son sözleri “vatan sağ olsun” olmuş. Göreve gidecekleri sabah kızı boynuna sarılıp “ baba ne olur gitme” demiş de Recep Başçavuş “gitmem gerek kızım, ben bir askerim vazife kutsaldır” demiş ve öpüp ayrılmış. Leman Ablayla öpüşememişler bile. Gidiş o gidiş. 
Bahçemizdeki yüksek armut ağacına çıktığım zamanlar Leman Ablayı bitişik bahçelerinde çamaşır asarken görürüm. Dilinde ince yanık sesi ile hep aynı şarkı; “gitti de gelmeyiverdi ahh gözlerim yollarda kaldı.”  Denizaltı batınca bir süre sonra içerde oksijen bitermiş, nefes alamayan denizciler çok büyük acılar çekerek, çırpınarak ölürlermiş. İşte o zaman en büyük rütbeli sırayla bütün arkadaşlarını vurur sonra kendi beynine çekermiş tetiği. Öyle anlatır babam. Gözlerimde o sahne, Leman Abla söyler ben ağlarım armut ağacının tepesinde, boğazımda buruk bir tat. 
Ayaklarımı sürükleyerek yaklaşıyorum, “Leman Abla,” diye sesleniyorum, coşkulu bir sesle, “ben geldim, Recep.” Sevgiyle bakıyor, mavi gözleri sevinçle ışıldıyor, yatık ikindi güneşinin ışıklarıyla. “Recep!” diyor. “Kurabiyen hazır”. Cumbanın demirleri arasından bir defter yaprağına sarılmış kurabiyemi uzatıyor. Elleri permanant kokuyor, kâğıda da sinmiş bu koku. Leman Abla kuaför, bütün gün evinin altındaki odada perma yapar. Kadınlar saçları kıvrım kıvrım çıkarlar oradan. Bir süre permanant kokusu bırakırlar arkaları sıra. İştahla ısırıyorum Un Kurabiyesini.   Mis gibi tereyağı kokuyor. Birkaç gün önce yapılmış olmalı. Yağını dışarı vurmuş, üzerindeki unlar hamurlaşmış. Dişlerimin arasına sıvaşıyor yağlı hamur.  Damağımda tereyağı, burnumda permanant kokusu…
Silkinerek uyanıyorum. Etraf karanlık sadece aralık perdeden bir sokak lambasının huzmesi vuruyor gözlerime. Uzun süre nerede olduğumu kestiremiyorum. Ayaklarımı aşağı sallıyorum karyoladan, yere değiyorlar. Sanki Osmanların köşe taşında oturuyorum, ama taşın sertliği ve serinliği yok.
Evet, rüya gördüm, mahallemi, çocukluğumu. Kalkıp yüzümü yıkıyorum ama çözemediğim bir şey var; damağımda tereyağı lezzeti ve odada keskin bir permanant kokusu…
Ertesi gün işimi hızla bitirip eski mahalleme yöneliyorum. Her şey otuz yıl evvel bıraktığım gibi. Parke taşı döşeli yollar. Sanki bütün boyutlar küçülmüş; evlerin cepheleri eskimiş, solmuşlar. Ovularak sarartılmış hane kapıları şimdi koyu saman rengine dönüşmüş, yer yer çatlaklar oluşmuş üstlerinde, kapı eşikleri çöküntüye uğramışlar.  Şu bahçe duvarı daha yüksek olmalıydı. Yerde bulduğumuz ekmek parçalarını öpüp başımıza koyarak sıkıştırdığımız oyukları büyümüş, genişlemişler… Ekmek nimettir yerde bırakılmaz, bir de kâğıt parçaları; kutsaldır, üzerine Kuran yazılıyor.
Karşıda Osmanların evi, köşesinde yarı silindirik taş. Yok, her şey eskisi gibi değil, taşın boyu daha kısa, sanki yol yükselmiş.
Bir garip sessizlik var sokakta. Mahallenin tüm çocukları yok olmuş. Ne ip atlayan kızlar var ne kapı diplerine gruplaşmış kıkırdayan ablaları.   
Önümden bir sarı kedi geçiyor, kuşkulu gözlerle bakıyor bana, bu kediyi tanıyorum. Her zaman bir sarı kedi vardır bu eski mahallelerde. Horoz sesleri yansıyor uzaklardan.
Çocukluğum, dün geceki rüyam ve şu an aynı boyutta birleşmişler. Sanki aynı tiyatro dekorunda ısrarla aynı oyun icra edilircesine… Aynı mekânda birisi düşler âleminden üç ayrı zaman... Ama mizansen bire bir,   çakışırcasına aynı… Tek uyumsuzluk bende, bir türlü algılamıyorum hangi zaman diliminde olduğumu. Hangi detay otuz yıl evvelinde, hangisi rüyamın, hangisi tükettiğim zamanın?
Köşe taşına ilişiyorum. O kadar alçak ki;  ancak çömelerek oturabiliyorum, gözlerimi ovuşturuyorum bir süre. Bu şifreyi çözecek bir tılsım bekliyorum, ya da bir uyarı beni gerçekler dünyasına geri getirecek.
Kalkıp eski evimize doğru yürüyorum. Leman Abla cumbanın tahtasına dirseklerini dayamış, uzun sarı saçları omuzlarında. Hayret,       bunca yıla karşın hiç yaşlanmamış, aynı çocukluğumdaki gibi. Aynı rüyamdaki gibi.  Şaşkınlık ve heyecanla ona yöneliyorum. Cumba şimdi benim boyumda.
“Leman Abla!” diyorum, sesim titreyerek. Mavi gözleri bana yönleniyor. İkindinin yatık ışıkları ile parlamıyor gözleri, bir hüzün perdesinin ardındalar.
“Leman Abla, ben geldim, Recep” diyorum bir daha, kuvvetli ve umutla. Uzun süre öyle ruhsuz bakıyor, neden sonra tek düze bir sesle yanıtlıyor
“Ben Deniz’im.”
“…..”
“Annem öldü.”
“…..”
 “Dün toprağa verdik onu.”
“…..”
“Seksen yaşındaydı.”

Yavuz Bubik 04/04/2013



                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...