KOL SAATİ
Teker teker
elden ve bellekten geçen parçalar çöp sepetini boylamış geride sadece benzinli
Zippo çakmakla bir kol saati kalmıştı masanın üzerinde. Saati aldı, kurgu
yerini defalarca çevirdi ama saniye çubuğu hiç hareket etmeyince kulağına
götürdü. Saatin o çok iyi tanıdığı tannan çıt-çıtları yoktu artık. O zaman
anımsadı ki yıllar evvel durduğunda “tam çarkı kırılmış, Avrupa’dan parça
istedik” demişti, tamir servisi.
Ülkenin, Başbakanın itirafı ile elli Cent’e muhtaç olduğu yıllardı.
Tamir edilemeyen saat de unutulmuşlar kervanına katılmıştı böylece.
Ağustos
1947’de sünnetinde koluna takıldığında ülkede tek parti rejimi hâkimdi, İsmet
İnönü Milli Şefti. Altın kaplamalı “Hislon 21 Rubis” Kütahya’daki akrabaların pahalı
bir armağanıydı. Sokakta insanların bir birine saati sordukları o zamanlar
nadir insanda cep saati bulunurdu, daha ender de kol saati. Ne şimdiki gibi pil
fiyatından daha ucuz quartz saatler vardı ne de marka bolluğu. Rus yapısı Serkisof, Şimendifer Marka cep
saatleri, Omega, Zenith, Wacharon Constantin, Hislon, Necker ve Ermeni Nacaryan ailesinin adlarına
İsviçre’de fason yaptırdıkları Nacar, belki birkaç tane daha. Doğaldır
başlangıçta belirli günlerde takmıştı sadece, sonraları ise yıllar süren şah
damarı kadar yakınlıkta birliktelik.
“Beni de atacak mısın?”
Gerçek mi,
değil mi emin olamadığı bu sesle irkildi birden. Aç karnına aldığı alkolün
etkisi mi, geçmiş günlerin ve kişilerin ruh dünyasında dolaştığı saatlerin
doğurduğu beyin yoğunluğundan kaynaklanan bir halüsinasyon mu, sessiz sözsüz
bir söyleşi başladı aralarında?
“Bilmiyorum.
“Çok iyi günler geçirdik birlikte, müşterek o kadar çok konularımız var
ki...”
“.......?”
“Ben
İsviçre’nin bir dağ kasabasında üretildim.
Bern Juanası’, Saint-imier’de.
Ekilecek alan kıttı oralarda, bağlar da yoktu. Ustam yaşlı bir adamdı.
Daha dağlara kar düşmeden Basel’den kışlık erzakını, şarabını bu arada kutular
dolusu çarklar, kadranlar, pandüller alır, atölye evine taşırdı, bütün
komşuları gibi. Bir kış boyu saatçi lupunu sağ gözüne yerleştirir, küçücük
tornavidaları, pensleri ile parçaları eklerdi birbirine sabırla ve
sevgiyle. Tamamlanan her saati karşıdaki
kulenin saati ile ayarlar, birkaç gün bu ayarı kontrol eder sonra kutusuna
yerleştirirdi. Yaz başında uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a getirildim,
Çarşıkapı’da Saidîye hanının üçüncü katındaki depoda bekledim bir süre. Sonra
yüzlerce saat arasından senin için seçilerek bir süre sonra da senin koluna
takıldım. Sen çocuk, ben yeni yaşamımızın ilkbaharı idi...”
“Çok iyi
Hatırlıyorum. Çok sevinmiştim. Oysa birkaç yıl evvel bir düğüne götürdüğüm
saati sünnet çocuğunun koluna taktığımda -off gene mi saat- demişti kolunda ve
yatağının üzerinde yirmiden fazla saat vardı.”
“Sonraları bir üçlü oluştuk. Sen ben ve bisiklet.”
“ Tabii,
beyaz çamurluklu, 24 jant, İngiliz malı Armstrong. O dedemin hediyesiydi. Babam
İstanbul’a gitmişti mutat işleri için. Gelirken bana bisiklet getireceğini
biliyordum. Afyon’a trenler gece yarısından sonra gelirdi. İnatla uyumamaya çalışarak
beklemiş ama dayanamamıştım. Sabahın çok
erken bir vaktinde uyandığımda gidonu yan döndürülmüş, kadranları kâğıt ile
sarmalanmış, avlu duvarına dayalı beni bekliyordu. Rahmetli babacığım trende
yanında getirmişti. Yaz boyu sabahları dedem yayan ben yanında bisikletle
dükkâna gittik. İkindi vakti Heykel önüne kadar yine beraber gelirdik. Sonra
beni serbest bırakırdı, eve kadar olan beş yüz metreyi tek başıma giderdim.
1948’lerde dedem gibi aşırı vesveseli bir adamın bile sekiz yaşındaki bir
çocuğu yalnız bırakabileceği kadar trafik boş ve güven tamdı ülkede. Mahalleye gelir
gelmez evimizin iki sokak ötesindeki sevgilime(!) doğru basardım pedalları
heyecanla. O hep evlerinin ilk kat cumbasında beni bekler olurdu! Doğrusu; ben
öyle sanırdım. Yirmi yaşlarında olmalı idi. Kollarını cumbaya dayar, melânkolik
bakışlarla süzerdi, nadiren bir iki
insanın geçtiği, boş ara sokağı. O yıllar; sabah ev işlerine yardım edip gün
boyu nakış işleyerek, çeyiz hazırlayarak
kısmet bekleyen ev kızlarının tek animasyonuydu akşam saatlerinde pencereden dışarıları
seyretmek. Tabii mutaassıp babaların bilgisi dışı ve anaların toleransı
nispetinde. Göz göze gelmekten utanarak birkaç kere geçerdim penceresinin
altından. Aslında o ikinci aşkımdı. İlki öğretmenimdi, okullar kapanana değin.
O kış dedem öldü. Yıllar içinde herkes öldü. Sünnet cemiyetimde bulunanlardan kalanlar
bir elin parmaklarını geçmez. Çocuklarımın, torunlarımın hiç tanımadıkları bu
kişilere ait resimleri, nesneleri hâlâ saklamamın mantığı var mı sence?”
“...”
“Çocuklar
büyür bisikletler büyümezler. Birkaç yıl sonra Armstrong küçük gelmeye başladı.
İlkokulu bitirdiğim yıl o satıldı, yerine büyük boy Alman Bauer alındı. Üç yıl
sonra da onu motorlu bisiklet ile değiştirdim. Ama seninle birlikteliğimiz hep
sürdü. Sen bir gün aniden duruverdin hiç çalışmamak üzere. Bense yeni bir
Hislon aldım, sonra bir başkasını, bir başkasını daha. Bundan sonrasında yaşantımda yoksun, seninle
olmadığım dönemleri tazelemenin, paylaşmanın bir gereği de yok. Sabah ezanları
okunuyor. Yoruldum artık. Saatin kaç
olduğunun farkında mısın?”
“Tabii ki
değilim. Unuttun mu, ben çalışmıyorum?
Çok uzun zamanlardan beri saatin kaç olduğunu bilmiyorum. Zaten biz
saatin kaç olduğunu hiç bilmeyiz. Sadece bildiririz. Biz saatler; zamanı
tüketmeyiz, üretmeyiz de. Zaman sizler için önemli. Ama değerini de hiç
bilmezsiniz. Olduğu zaman geçip bitmesini istersiniz bıkkınlıkla, azaldığında
doymak bilmez bir hırsla çoğunu istersiniz, daha çoğunu. Ancak tamamen tükendiğinde, sizler için
işlevi kalmadığında bir süre ders olur; bu kayba şahit olanlara. Bizim için ise zaman diye bir şey yok. Tek
sorun rakkasın sallanması, çarkların dönmesi, zembereğin boşalması, yeniden
dolması için ona uzanacak parmaklar.
Ölüm de yok, bas’ü ba’del-mevt de bizim için iki boyut var. Durmak ve dönmek. Peki, şimdi ben ne olacağım?”
“Bilmiyorum...
Senin özelliğin; insanların bırak üstlerinde taşımayı pek az evde bulunan masa saatlerini
biliyor olman. Camlı muhafazası içindeki “kâtibim” melodisi çalanları. Ya da üstü çift çanlı,
yuvarlak masa saatlerini bile tenekecilerin yaptıkları camdan küçük kutularda,
raf üzerinde tuttukları günleri biliyor olman. Tıpkı benim gibi. Sınıfta ancak
bir iki kişi ile sınırlı sahiplerine,
işaretle ve defalarca zile kaç dakika kaldığının sorulduğu okul
sıralarını yaşamış olmak. Fotoğraf çekilirken kol saatlerini öne çıkartacak
pozların verdirildiği sahnelere şahit olmak.
Şimdilik kutunda kal... Belki bir gün yeniden döneriz seninle anılar âlemine,
eskileri eşeleriz... Benden sonraya kalsan ne olur ki... Çalışmayan bir eski
saati atmak her kimse için ne zordur ne de yük. Hele onu hiç tanımayanlarca...
Hem daha gitmek niyetinde de değilim... En azından bir süre...
Yazılacak çok
yazılarım var.”