babalar günü tekrar
SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ?
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü.
Kör oldum.
Babamdan ummazdım bunu,
Kör oldum.”
Cemâl Süreya
Baba 1991 Baba oğul 1958
“Sabah uyandım, seslendim, öyle yatıyordu” diyor annem. Yatağına doğru yöneliyorum. Sırt üstü yatıyor, hiç hareketsiz. Gözleri açık ve sabit. Dikkatle bakıyorum. Bir ifade arıyorum gözlerinde, ama yok. Zaten uzun zamandır yoktu. Bir süre evvel ölmüştü gözleri.
Yüz hatlarınıza sahip
olabilirsiniz. Neşenizi, üzüntünüzü, telaşınızı mimiklerinizle kontrol
edebilir, gerçeğin tam zıt bir ifadeyi bile resmedebilirsiniz çehrenize. Ama
gözlere hüküm edemezsiniz. Gözler sahteciliği ve yalanı bilmezler. Riyayı da
bilmezler. Gözler dürüsttürler. Sağ oldukları sürece...
Babacığımın gözleri son bir
yıldır yavaş yavaş öldüler. Önce göz bebekleri küçüldü, matlaştı. Kirpikleri
seyrelmiş, buruşuk göz kapakları ardında kahverengi gözleri de küçüldü, göz akları sarardı. Hiç bir mana yansıtmaz oldular. Yaşarken öldüler.
Dudakları hafif aralık.
Dinliyorum, hiç nefes almıyor. Zayıflamış, elmacık kemikleri çıkmış, artık
renksiz bir deri tabakasından ibaret yüzünde sakin, mutlu bir ifade
sezinliyorum. Uzun süredir hiç bir mana algılayamadığımız yüzünde, bir huzur
ifadesi. “Hastalığın klâsik tablosudur; maskface (maske yüz) ve
kayıkçı karnı” diyordu müdavi hekimi.
İki ince
kemiğin arasından nabzını arıyorum. Yok.
“Bitmiş”
diyorum, anneme.
“Bitmiş.”
Annem yanıma dikilmiş, biraz
şaşkın, biraz buruk, mütevekkil bir ruh haleti içeresinde, bilip kabullendiği
gerçeğin dışında bir cevap alabilmek arzusu ile bir bana bakıyor, bir babama.
Bitmiş... Bu sözcüğü ne
kadar kolay kullandım? Hayret ediyorum ve kendime esef ediyorum. Seksen yıllık
bir ömrün sona erişini, akşam var olan birisinin şimdi yok oluşunu ifadede
basit, ruhsuz, tek bir kelime ile mi yetinmeliydim? Hayrettir, hiç bir şey hissetmiyorum. Acı da
duymuyorum, üzüntü de. Yalnız bir boşluk. Bir şeyler düşünmek istiyorum.
Bulamıyorum.
Ya kendinizi bir fikre
motive edersiniz, beyninizi düşünmek istediğiniz yöne tevcih edersiniz ya da
beyniniz gayri-irâdi olarak, bir düşünce zincirini art arda üretir. Saptırmak isteseniz de başarılı olamazsınız.
Oysa babamın ölümünü ne
kadar çok düşünmüş, ne kadar çok plânlamıştım hafızamda.
Tahayyül ettiğim tablolarda çok farklı hisler yaşamıştım. Zaman zaman gözlerim
dolmuş, ağlamanın rahatlatıcı sükunetine teslim etmiştim kendimi. Şimdi
gerçekle karşı karşıya kalınca, çizdiğim sahnelerin tamamı, hisler âlemimdeki
tüm duygular toptan yok olup gitmişler. Kendimi bu kayba alıştırdığım için mi
böyle duygusuzum şu anda? Yoksa şok dedikleri mi bu?
Ellerini avuçlarıma
alıyorum. Sıcaklığını kayıp etmişler.
Zaten uzun zamandır fazla sıcak olamıyorlardı. Her zaman ince ve zarif
olan parmak kemikleri sanki daha da incelmiş, artık üzerileri kahverengi ölü
pigment tabakaları ile benekli, ince derisi bu kemiklere iki beden büyük
geldiklerinden büzülmüşler. Mavi kabarık damarları, dolaşımı durmuş hayat
suyuna rağmen, sertliğini henüz koruyorlar.
Bu ellerle ilk tanıştığım
zamanı hatırlamıyorum. Bilinçsiz bir bebek iken, bana uzanan bu parmakları
minicik ellerimle tutup, kavramaya çalışmış olmalıyım. Gözlerimi yumuyorum.
Belleğimin derinlerinde, sisler içeresinde şekiller beliriyor.
Galiba bir kış günü.
Karşımızdaki kafeste uzattığımız kestaneleri kabuğundan ayırıp iştahla yiyen
bir maymun var. İlk defa gördüğüm bu sevimli yaratıktan hem hoşlanıyorum hem de
galiba korkuyorum. Ellerimi yukarı kaldırıyorum, başımın hizasında babamın
elleri ile buluşuyorlar. İnce, narin parmaklı sıcak eller. İki parmağını
küçücük avuçlarımla kavrıyorum.
Parmaklarını bükerek avucumun tamamını hapis ediyor, avuçlarında. Sıcak
ellerinden bütün vücuduma bir güven ve sevgi akımının yayıldığını anımsıyorum.
Her halde iki buçuk üç yaşlarımda olmalıyım.
Sonraları bu akımı yıllar
boyu hissettim. Pazar gezmelerine giderken, nedense ben babamın, ablam annemin
ellerini tutarak yürürdük. Halk evi
Sinemasının orta locasından çıkıp evimize yürüdüğümüz karanlık Afyon
gecelerinde, yapıştığım bu eller hep güven duygusu aşılardı bana. Yine
ellerimden tutup İsmet Paşa Mektebine kayıt yapılmaya götürüldüğüm günü
hatırlıyorum”.
Acaba onunla o zaman mı
arkadaş olmuştuk?
Bilir misiniz, ben babamla arkadaştım. Ne zaman başladığını bilemediğim bu arkadaşlık, bir yıl evveline kadar sürdü. Ve bir yıl evvel arkadaşım öldü. Şimdi de babam.
Bilir misiniz, ben babamla arkadaştım. Ne zaman başladığını bilemediğim bu arkadaşlık, bir yıl evveline kadar sürdü. Ve bir yıl evvel arkadaşım öldü. Şimdi de babam.
Belki bu sebebe, ölümünü bu
kadar tabii ve tepkisiz karşıladım. Ama
gözlerimin önünde gün be gün tükenen iletişimimiz ile arkadaşımın ölümü benden
çok şeyler götürdü. Özellikle son üç
aydır o benim babam değil. Karyolasında sakin, duygusuz yatan evimizin bir
cüz-i tam’ı[1].
Bizim küçük bebeğimiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki ızdırabı yok.
Yarı bitkisel-hayat gibi, yatağa
mahkum, beş yıldır süren Demans’ın bilinen son tablosu.
Elli beş yıldır aynı yatağı paylaştıkları
annemden ayrı olarak, kendi odasındaki hasta karyolasında, kolu serum hortumuna
bağlı, somya altına gizlenmiş idrar torbası, geceleri belinden hava sirkülasyonlu
yatağına emniyet kuşağı ile bağlı evimizin bebeği oldu.
Ayaklarını yokluyorum,
soğumuşlar. Öleli bir iki saat geçmiş olmalı. Dolaşım bozukluğundan olsa gerek,
ayakları hep üşürdü. Bir ömür boyu her sabah bacaklarını havaya dikip giydiği
varis çorapları, kışın çifte çoraba rağmen, üşürdü ayakları. Bu yüzden uzun
mevsimler kalın, yüksek, kauçuk tabanlı ayakkabılar giyerdi hep…
1958 Kapalıçarşı yangınında
varlığımızı, dükkânımızı,
işimizi, çok şeylerimizi kaybettik ama mutluluğumuz hep korundu. Tevekkülü, kanâati,
şükrü, ondan öğrendim. Var olan her şeye şükretti. Kayba da hiç isyan etmedi.
Yirmi beş yaşında bir trafik kazasında yitirdiğimiz, kardeşim Ömer’in tabutu
arkasından beraber yürüdük. Bir yıl sonra, on beş yaşında, lösemiden vefat eden
ilk torununun tabutunu birlikte taşıdık. O bunlara bile rıza ve teslimiyet
gösterebilen, tam bir mutekit idi.
Gençliğinde Kandiller,
cumalar, sabah namazları dışında pek namaz niyaz düşkünlüğü yoktu ama hiç bir
tarikatın müntesibi olmadan, tasavvufu çok iyi bilen, Allah nidasını gönülden
söyleyebilen, “İnni ene Rabbike” ayetini tekrar tekrar okurken samimi gözyaşı
dökebilen, hakka ve hukuka saygılı, sevgi dolu, gerçek bir Müslümandı. Vefa’yı
ondan öğrendim. Sevgiyi, sadakati de.
Âşık olduğu anneme bir kere bile ihanet etmediğine yemin edebilirim. O ailesine
sevgi verdi, Cenab-ı hak’da ona insanüstü bir eş, hayırlı evlât,
dağıttığı sevgiyi derleyebileceği torunlar ve çok iyi dünürler…
Bir ömrü hoşgörü, şaka ve
espri çerçevesi içinde değerlendirmeyi bildi. Felâket ve acılı
günlerin bile, ilk yakıcı tesirlerini atlattığında, geri döndüğü nokta hep
ölçülü espri yeteneği olmuştur. Yaşlılık ve rahatsızlığın etkisi ile birçok
melekesini kayıp ettiği, beslenme içgüdüsünü bile yitirdiği dönemlerde, ayakta
kalan, espri yapma ve algılama yeteneği idi. Bir de nezaketi.
Yakın zamana kadar da dükkândan
dönüşümü beklerdi, artık her gün
birlikte çarşıya gidemiyoruz. Evde yine muntazam giyimli, yine tıraşlı,
kitapları ile oyalanıyor. Umre ’den beri beş vakit kıldığı namazını eda ediyor.
Kur’an okuyor. Kur’an tercümesinin kenarlarına notlar düşüyor. Albümleri eski
vesikaları, hayranı olduğu Avrupa gezilerinden kalmış broşürleri defalarca
aktarıp birkaç albüme sığabilmiş, bir ömrün muhasebesi ile hatıralar dünyasında
geçiriyor günlerini.
Gelişimle canlanıyor,
anlatıyorum, gülüyor, mutlu oluyor. Bazen bana eski Türkçeden roman sayfaları
okuyor. Tıpkı çocukluğumuzda olduğu gibi; Çalıkuşu’ndan, Pervin Abla’dan...
Baş ve işaret parmaklarımla
göz kapaklarını kapatıyorum. Pikesini yüzüne çekiyorum. Ağlamak geliyor
içimden. Boğazımda bir düğüm var. Ne aşağı gidiyor yutkununca ne yukarı.
Annem yanımda halâ
dikili. Annemin yanında ağlayamam ki. Ağladığımı ona gösteremem, bu benim tarzım değil. Annemin de tarzı değil.
Bizler acımızı gösteremeyiz.
Sevincimizi de, sevgimizi de. Oysa babamın üzerine kapanıp doyasıya
ağlayabilsem. Ya da anneme sarılsam beraberce ağlayabilsek.
Şimdi yapılması gereken birçok
işlem var. Sonra ağlarım. Yalnızken, yalnız kalınca...
(26 Eylül 1994)
Ben “anneler günü, babalar günü, St. Valentin günü” gibi empoze edilmiş belli günlerin
kutlanılmasını ve bu günlere has sevgi gösterilerini sevmem. Sevgi ve saygıyı
mümkünse bir rutin yaşam felsefesi olarak kabulleniniz. Uzmanlar; “Bitkilerinize sevgi dolu sözler
söyleyiniz, anlayacaklardır.” Diyorlar.
Anadolu’da hâlâ
yaygın bir deyim vardır, “Karı döşekte, çocuk beşikte sevilir.” Benim
çocukluğumda sevgi gösterilmezdi, şimdilerde gösteriliyor.
Ne yazık ki; ben hayatta iken özellikle
babalarından sevgisiz hatta nefretle bahis eden ama öldükten sonra kıymet
göstererek ağlayan kimseler bile gördüm.
“Kendim için bir şey istiyorsam namerdim.” Ben babamdan aldığım terbiye ve görgü gereği
çocuklarımla arkadaşlık kurmuş ve bunun hazzını tatmış bir olarak diyorum ki…
Her yaştan babalar; lütfen çocuklarınıza
gösterin sevginizi. Onlarla arkadaş olunuz.
Gençler lütfen babalarınızla (tabii annelerle
de) sevgi dolu bir arkadaşlığa izin veriniz. Bir demet çiçek alıp gitmekle sevgi
gösterilmez. Bu sadece özenti ve gösteriştir.
Gene de “babalar günü” kutlu olsun.