25 Ağustos 2018 Cumartesi

KAPALI ÇARŞI YANGINI*


 KAPALI ÇARŞI YANGINI*

24 Ağustos 1958- 24 Ağustos 2019 Tam altmış bir yıl olmuş…

Kentlerin caddeleri olur ve Çarşısı.  Caddeler zaman içinde mimarileri, yerleşim şekilleri, trafik düzeni, yaşayanları ile devamlı değişime uğrar, parlarlar, sönerler... Çarşılar ise; yüzyılların kültür birikimini, örflerini, tarzlarını bağnaz bir sadakatle koruyan, tarihin kalıtlarını kendine has sesler ve kokularla yoğurup, sergileyen, ait olduğu kentin kişiliğini yansıtan canlı kesimler olurlar.
Caddelerin gece gündüz durmaksızın sürebilen hareketliliğine karşı, çarşılar hep “Yeni gün - yeni rızk” felsefesindeki sakinleri gibi sabahın erken saatlerinde uyanıp akşamla kabuklarına çekilen, uykuya dalan tutarlı, mazbut mekânlardır.Yurdumuzda çarşılar eski şehirlerin genellikle merkezinde kurulmuş ve iskân mahallerinden soyutlanmış üniteleridir. Evler altında dükkân anlayışı sadece kendi yakın çevresine acil gıda maddeleri satan ya da basit tamir hizmetleri veren nadir iş yerleri ile sınırlıdır. Yeni tarz yapılaşmada bina altlarının iş yerleri olarak plânlanması ile kentlerin her yeri alışveriş mekânları olmuş ama Çarşı olamamışlardır.
Bursa’da Çarşı; tarihi kişiliği ile orantılı olarak ve çarşı hüviyetine sahip manada, ilk yerleşim merkezinin bitişiğindeki Tahtakele’den başlayıp Demirciler ve Sobacılar ile Gökdere’ye kadar uzanan bir akstır. Ama Çarşı denince, akla Ulucami kuzeyinden başlayıp dallanmış uzantıları ile Kayhan’a (Kayagân) kadar uzanan, içinde sayısız hanları barındıran ve Uzunçarşı diye anılan geniş alan gelirse de;  çarşı sözcüğü doğu batı yününde hafif kıvrımlarla uzanan arterin özellikle batı yöresindeki Kapalı (Örtülüçarşı) kısmı çağrıştırır.
Ben bu çarşıya 1956 yılında geldim. Ta Orhan Gazi’den başlayan taş kemerli yapılar ve sonradan sokak üzerleri ahşap çatı yapımı ile örtülü hale gelmiş; sadece Bursa’ya değil tüm ülkeye hitap eden bir alışveriş merkeziydi.
1958 yazında çarşıda ciddi bir onarıma girişilmişti. Tavan kaplamaları yenilendi, seyyar iskeleler kuruldu, bütün çarşı yağlı boya ile beyaza boyanınca hayret edilecek derecede aydınlandı. Ama boyacılar daha paralarının tamamını bile almamışlardı. 24 Ağustos, kavurucu, sıcak bir pazar günü, saat 14.15’te çarşının yandığı haberi geldi. 20 dakika sonra ulaştığımda örtülü kısım tamamen yanmış, Ulucami, Koza Han ve Açıkçarşı alevlerin tehdidi altında. Ulucami meydanında karmakarışık itfaiye hortumları, çaresiz itfaiye erleri, uzaklardan taşınılıp yığılmış ticari mallar, emniyeti sağlamakta yetersiz kalan az sayıdaki polis ve bekçinin gayretleri, şaşkın veya dövünen insanlar... Üst kapısı henüz açık olan Koza Han’a girdim. Alevlerin sirayetini önlemek için iyi bir isabetle kapatılmış ağır ön kapının iç yüzündeki kalas kaplamalar tamamen yanmış, akkor hale gelmiş dövme demir kapı yarı şeffaf, arkasındaki yalazalar seçilebiliyor.
Yangın, çalışmakta olan bir ciltçinin devrilen gaz ocağı yüzünden sahaflardan başlamış; Sentetik tutkallar olmadığından ciltçiler ve marangozların iç içe, özel iki kap içerisinde benmari yöntemiyle boncuk, jelâtin tutkal kullandıklarını hatırlatmamam, bilmem gerekli mi?
Yanıcı kâğıt malzeme, aktar dükkânlarındaki benzol neft, türevleri, yoğunluktaki tekstil ürünleri, alevleri bir hortum gibi çekerek hızla öbür başa taşıyan, yeni boyanmış ahşap, kemer çatı ve çok sıcak, kuru hava sayesinde birden genişlemiş. Çarşıbaşı’ndaki Aktar Kemâl Beyin deposundaki yağlı boya kutuları ısının etkisi ile patlayarak alev şarapnelleri halinde uzak mesafelere dağılmış, yangını çeşitli odaklara yaymışlar.
Belediye itfaiyesi dışında,  Merinos Fabrikası, Hava alanı, civar kaza ve komşu il itfaiyeleri, Çanakkale ve Gölcük’ten donanma araçları, İstanbul’dan özel bir arabalı vapurla sevk edilen Tevfik Himalâya komutasında gelen yardım, İstihkâm ve Hava Taburunun birlikleri hızla genişleyen alanı kontrolde aciz kaldılar. Bütün güçler yangının Açıkçarşı ve Ulucami’ye atlamasını önlemeye yönlendirildi; ancak gece yarısından sonra İstihkâm birliklerinin kullandıkları tahrip kalıpları, geniş caddeler ve yangın duvarlı betonarme yapıların etkisi ile kontrol altına alınabildi. Uludağ’a kül yağmış, İstanbul’dan Kartal, Yakacık sırtlarından alevler gözlenebilmiş.
Koza Han, Fidan Han, Ticaret Odası, Cumhuriyet Caddesi, Pirinç Hanı, İtfaiye binası, (günümüzde Zafer Plaza) Atatürk Caddesi, Ulucami’nin sınırladığı çemberin içindeki bütün dükkân ve hanlar, Atatürk Caddesi üzerindeki iki üç apartman müstesna, bir kısım ev tamamen yandı. Cumhuriyet Caddesi, Koza Han avlusu Ulucami meydanındaki çınar ağaçları, Ulucami minaresi içindeki ağaç direkler sıcaktan kavruldu.
Ertesi sabah girdiğim yangın alanında sadece horasan kemer ve tonozlar kalmıştı. Orhan Gazi’den bu yana gün ışığı görmemiş kuytular ve önlerinde ikişer metrelik ahşap çıkıntıların yanması ile genişleyen çarşı adamakıllı aydınlanmış, ürpertici bir sessizliğe bürünmüştü. Yerini güçlükle tayin edebildiğim dükkânımızın zemininde sıcak küllerin arasında sadece yanık bir makas bulabildim. Zarar çok büyüktü. İşyerlerinde sigorta alışkanlığı yoktu, olanlar çok düşüktü. Büyük çapul ve yağma olayları olmuştu. Kötü niyetli kimseler bir yere yığdıkları ganimet mallarını, sahipleriymişçesine temin ettikleri arabalara, muhafazaya görevli bekçi ve askerler marifeti ile yükletip yok olmuşlardı. Kuyumcuların muhkem kasaları içindeki elmas ve inciler kül olmuş, altınlar eriyip külçeleşmiş, kâğıt para tomarları dokunduğunuzda dağılıp toz olan desteler haline gelmişti. Üç bin civarında işyerinin sahip ve çalışanları, mekânsız, işsiz, gelirsiz kalmışlardı. Yangınla direkt ilgisi olmayan insanların dikilmek üzere terzilere verdikleri kumaşlar, İstanbul ve Bursa tüccarlarının alacakları, devletin vergi gelirleri, hocam Çamur Şevket Bey’in ciltlenmek üzere bıraktığı kitapları, ilin ticari potansiyelinin bir kısmı, kısa bir sürede yok olmuştu. Çarşı, pazar günleri açılmadığından can kaybı olmadı. Sadece tahrip kalıbı kullanan bir istihkâm astsubayı kaza ile bir kolunu kaybetti.
Hemen bürokrasinin gerekleri başladı. Teker teker Ticaret Mahkemesine müracaatla işyerimizin yandığına dair yangın mahallinde tespitler yaptırdık; mahkeme harcı ve bilirkişilere onar lira olarak takdir edilen ücreti ödeyerek. İtfaiye kumandanı rahmetli Ahmet Bey her tespitte değişmez bilirkişi idi. Her felâketin ardından olduğu gibi siyasiler geldiler, demeçler verildi, her yerden yardımlar aktı. Ve her olayda olduğu gibi bu yardımların nerelere harcanıldığı hiç bilinemedi. Sadece ilk iki hafta çalışanların yarım haftalıkları Kızılay tarafından ödendi. “Allah devlete millete zeval vermesin” bir yıla kalmadan belediye tarafından boş alanlara yaptırılan geçici dükkânlar kura ile tevzi edilip rayiç bedelleri ile yangın zedelere kiralandı.
Şehrin ticaret aktivitesi, Atatürk Caddesi, Açıkçarşı ve Ticaret Odası karşısında yarı yanıp acele onarılan sayılı yerlere kalmıştı. Çarşıya bakan üst kattaki bir iki yazıhane dışında hasar görmemiş olan Koza Han ve avlusu yangın zedelerin toplanma mahalli olmuştu. Gidebileceği işyeri kalmayan esnaf her sabah buraya gelir, borçlular ve alacaklılar birbirilerini burada bulur, söylentiler ve çözümler burada üretilir oldu. Dönemin iktidarı tarafından tüm alanın istimlak edileceği ve yeni yapılacak çarşının yandaşlara verileceği söylentileri büyük bir huzursuzluk ve endişe yaratmıştı. Bu böyle kışa kadar devam etti.  Derken 27 Mayıs 1960 ihtilali geldi ve bu söylenti geldiği gibi yok oldu. 
24 Ağustos 1959 günü saat 14.15’de bütün esnaf ve mülk sahipleri yangın alanında, dükkânlarının önünde dikilerek andık bu buruk acıyı…
Askeri birliklere temizletilen yangın sahasına beş yıla yayılan bir sürede, Belediye Mimarı Emin Canpolat Beyin denetimi, mal sahiplerince kurulan dernekler marifeti ve inşa bedeli kendilerince ödenerek, çarşı ve hanlar peyderpey yeniden yapıldı. Resmî şuyûlandırma yapılmayıp, arsa sahipleri aralarında anlaşarak ada parsel ve cadde tanzimlerinde biraz düzeltmeler sağlandı. Yanılmıyorsam sadece Bedesten ve Orhan Hamamı vakıflarca restore edildi ve ne gerek varsa, burada oluşan alan Aynalı Çarşı diye adlandırıldı.
Çarşı, yine Emin Beyin proje ve plânlamasıyla, eski kavisi düzeltilerek ve bir alt çarşı ilâvesiyle yapıldı. Üst çarşıda dükkânlar çift kat olarak yapılandı. Ana cadde modern yapı hatlarıyla, klâsik Türk mimarisinden farklı tarzda, ahşap kaplamalı demir konstrüksiyon bir çatı ile örtüldü. Arakiyeciler, Bedesten etrafı, İvaz Paşa, Gelincik, Sipahi çarşıları, Bakırcılar, Keresteciler, Köfüncüler, Çıra Pazarı, Ulu Cami Medresesi, Kapan Han civarı; dış yüzleri tuğla sıralı kefeki taş kaplamalı, Osmanlı-Selçuk kemerli, kirpi saçaklı, arkaları beton karkas olarak düzenlendi. Hanlar orijinal mimarisine uygun restore edildi
Ana cadde esnafı Ulucami Meydanı ve belediye önünde yapılan geçici dükkânlara dağılmıştı. Çarşının yapımı ile büyük bir kısmı eski yerlerine, eski iş kollarına döndüler. Aktarlar yoktu, sahaflar da…  Bir daha ele geçmez el yazması kitaplar ve özgün kokular da…
Ama mimarisinden üslubuna kadar her şey değişirken kendine has kişiliğini ve tarihi havasını korumuştu. Aktar Cavit’in Arakiyecilerbaşından yaydığı karabiber kokusu, aşina sesler ve renkler armoniyi tamamlamaya yetiyordu. Yangın büyük gücüne rağmen her şeyi yok edememişti. Bugün geriye dönüp bakıyorum; tam altmış yıl geçmiş. O gün doğanlar orta yaş sınırını zorluyor. O zaman ellili yaşlarını sürenlerden kimse kalmamış. Zaman, içine aldığı her şeyi eritebilen tek kimya olarak, acılar, kayıplar, zararlar, zorlukları unutturmuş.
1970’ li yıllarda kronikleşen enflasyon, altını ziynet eşyası olmaktan çıkarıp günlük yatırım enstrümanları arasına soktu. Altın lira ve kuyum ürünlerinin çok sık el değiştirmesi, iş sahibine hem alışta hem satışta para kazandıran farklı ticaret yapısı değişimi başlattı. Birikim sahibi güney-doğulu bu meslek erbabının anarşik nedenlere dayalı hızlı göçü, mekânlara ödenebilen yüksek bedel ve kiraların cazibesi, manifaturanın yok olma süreci ile birleşince ana caddedeki iş yerleri hızla kabuk değiştirdi. Döviz alım satımının serbest bırakılması ile döviz büfeleri de bu furyaya katıldılar.
Ve 1990’ların sonuna gelindiğinde ne tarih kaldı, ne arasta düzeni. Ne aşina müşteriler, ne eski komşuluklar, ne de geçmişe vefa... Açıkçarşı ve Okçular hâlâ sadakatle direnmeye çalışıyor. Evvelce avukat yazıhaneleri olan Koza Han üst katı, eski çeşitleri satmasa da ipekçiler çarşısı oldu. Bu dahi teselli verici.
Bakıyorum, yangın öncesinden çarşıda kalanlar hiç yok. Çok büyük bir kısmı rahmetli olmuş, başka iklimlerde veya artık çarşıya uğrayamayacak kadar yaşlı ve güçsüzler.  Çok az sayıda ikinci ve üçüncü kuşak yerini koruma mücadelesinde.
Çarşı şimdi eskisinden daha varlıklı ve daha hareketli. Ama varlık sararmış sayfalara yüklenmiş göz nuru kültür hazinelerinde, kozanın dört haftalık fedakâr ömründe değil; altının acımasız zenginliği dövizin ruhsuz dünyasında. Kapalıçarşı, çarşı olma kimliğini ve hasletlerini yitirmiş. Şerbetçiler ölmüş, ayran şişede, su böreğinin eski tadı yok...
“Leylâ gelin olmuş, Mecnun mezarda.”

·         Yangının ellinci yılında Bursa Olay Gazetesi Bursa’da yaşam ekinde kısmen yayımlanmıştır.  

17 Ağustos 2018 Cuma

BAYRAM


BAYRAM
       Bu yazımı daha evvel de yayımlamıştım. Ama önümüz gene bayram ve gözlemlerimde büyük  bir değişim yok. Okumamış dostlarım varsa hem onlara takdim hem de tüm dostların bayramını  kutlamaya vesile olsun istedim. 

 


Çocukluğumun bayramları yaz aylarına gelirdi. Artık bayramlar o bayramlar değil. Bir yaz, iki kışı daha idrak ettim. Bir dahaki yaza yetişmem zor, bir daha ki kış ise olası değil. Ama o günün bayramları da şimdiki bayramlar olmayacak bunu kesinlikle söyleyebilirim.
Önce ekmekler küçüldü”  Sonra, bazı değerler, bazı objeler birer birer yok oldular...
Bayramla özdeşleşmiş Bekçi yok oldu. Bahşişi, eti özenle ayrılan hepimizin tanıdığı ve mahallede herkesi tanıyan bekçi. Sırtı kalın abalı, saat başı ucu demirli asasını köşe başında yere vuran bekçi, Ahmet Rasim`in Şehir Mektuplarında kaldı.  Benim dediğim bekçi, Cumhuriyetten sonra çarşı ve mahallât bekçileri teşkilatı ismi ile yeniden yapılandırılan, özel tahsildarlarının yılda iki defa kapı kapı dolaşıp topladıkları muayyen paranın aralarında taksimi ve bahşiş himmeti ile kıt kanaat geçinen bekçiler. Uzun yıllar aynı mahallede görev yapıp, mahallenin bir bireyi gibi kabul edilen, sevilen, sayılan, kahve renkli üniformalı bekçiler... İmajı değişsin diye defalarca yenilenen polis üniformalarına karşı hep o BEKÇİ yazılı sarı tokalı palaskasını taşıyan.  27 Mayıs ihtilali ardından, gençlikle polisi barıştırmak için tertiplenen el ele mangalarında yer alamayan bekçiler... Onlara kimse küsmemişti ki... Akşam ezanı ile çıkıp gün ağarımına kadar sokak sokak dolaşan, dükkân kepenklerinin asma kilitlerini bir bir yoklayan, gece hastalananlara araba, doktor temin eden, acil doğumlar için gece yarısı celp edilen ebelere refakat eden aşinalar. Sık sık öttürdüğü düdüğü ile hırsıza uğursuza korku, bizlere güven aşılayan, namusu mücessem bekçiler... Polislerle buluşup, kontrol defterlerini imzalatmak için, Polislerin fırıldak, onların kesintisiz sedalı düdükleri ile bütün gece karşılıklı görüşerek uykusuz gecelerimi renklendiren, çocuk şarkılarına konu olmuş bekçiler. Yok oldular.
“Bekçi baba,
bekçi baba neredesin?
Bayram geldi, davula.
Bayram geldi, davula.
Din-den-don.
Din- den- don-  
Ardından postacılar gittiler. Önce sırtlarında taşıdıkları, kalın meşinden, pirinç PTT amblemli çantaları, bez torbalarla değişti. Sonra da ciddi görünüşlü, gri kıyafetleri, rahat ama kişiliksiz, bez giysilere dönüştüler. Onlar da uzun yıllar boyu aynı mahalleye servis yaparlardı. İsim isim, kapı kapı herkesi tanımanın dışında, mektubun kimden geldiğini, ne içerdiğini, nerede ise satır satır bilirlerdi. Ağır yükleri dışında, ihmalci oğulların, aksayan seyrüseferin sorumluluk ve suçluluğunu ezilen omuzlarında taşıdılar. Kendileri ile paylaşılan müjdelere, doğumlara, düğünlere sevindiler, acılara ölümlere, hasretlere, yokluklara ortak oldular. Karşılığında, kısıtlı maaşları dışında ufak bahşişler, ikram edilen tatlılar ve bayram sabahı hediye edilen çorap, mendil, gömlekle, kurban eti ile yetindiler.
Posta servisi şimdi de var. Hep olacak da, ama onlar artık sık sık değişen, tanımadığımız, ortak hiç bir yanımız olmayan, toplu sözleşmeli posta dağıtıcıları. Ve eskisi kadar tebrik kartı getirmiyorlar.  Bayramın ilk günü telefonlar kilitleniyor, E-mailler taşıyorlar bu yükü. 




Arap harfleri ile İd-i said-i adhâ,[1] İd-İ said-i fıtr[2] yazılı tebrik kartlarına yetişmedim. Çocukluğumun tebrik kartları, postane civarlarında günlerce önce kurulan portatif sergilerde sunulurdu.  Ya mahalli fotoğrafçıların negatifi üzerine el ile “Bayramınız mübarek olsun” yazarak çoğaltıp sattıkları cami veya meydan kartpostalları olurdu.  Ya da renkli basılmış, Avrupalı Aktris resimleri. Veya yaldızlı bir elips ile çerçevelenmiş biri birileri ile tokalaşan, biri narin kadın, diğeri erkek elleri, çiçek buketleri... Pek beğenilen bir kaç tanesi veya kıymet verilen bir kişiden gelenler, uzun süre konsol aynalarının çerçevesine sıkıştırılarak teşhir edilirdiler. Kendi boyu zarfları ile servis edilen, arkaları kişiye özel ve el yazılı kartvizitler kullanılırdı. Sahibinin kimlere postalandığından habersiz olduğu iki, üç, dört yapraklı, pahalı basılmış, abartılı boyutlu, içine sekreter mesaisi ile zımbalanmış kartvizitler marifeti ile yapılan kâğıt israfına alet olunmazdı.
Çöpçüler, özel şirketlerin her gün değişen elemanları. Yakında Romanyalı veya Moldovyalılar gelirse hiç şaşırmam. Bayram sahnesinin birinci gün perdesinden bir tek davulcu kaldı değişmeyen. Ondan da ben şikâyetçiyim. Ramazanda davul sesi folklor değil zulüm oldu artık.
Yalnızca gazeteciler cemiyetinin yayınladığı Bayram Gazetesine esir olduğumuz yıllar geride kaldı. İyi de oldu. İlk sayfasında elle çizilmiş bir koç resmi, gerisi iki bayat haber, sayfalar dolusu tebrik ilanları ve duble fiyat...
Ordu geleneklere her zaman sahiptir. Sanıyorum şimdi de bayramlardan önce Genelkurmay Başkanının kıtalara bayram mesajı geliyordur.
“Bütün subay, astsubay ve eratın bayramını kutlayan, yakın illerdeki erata 1/3 oranında bayram izni verilmesini, diğer 1/3 ün şehir iznine çıkarılmasını, garnizonlarda kalanlara, eğlenceler tertiplenmesini ve bayram süresince yemeklerin altı numaralı cetvelden çıkarılmasını” içeren emirnamesi.
Levazımın 6 numaralı cetveli, et yemeği ve hamur tatlılı zengin bir menüdür. Halk arasında ziyafetlerin ardından kullanılan “yemekler altıdandı” deyimi buradan gelir.
Kurbanlık koyunlar birkaç gün evvelinden satın alınırdı. Evlerin Bahçelerinde, odunluklarında, ahırlarında beslenir, evin kadınları özellikle yaşlı hanımları tarafından okşanırdı. “Sırat köprüsünde kendisini taşıyacak” bu hayvanlara biraz da buruk bir şefkat gösterilerek...
Nişanlı kızlara bayramdan evvel iri ve gösterişli bir koç gönderilirdi. Boynuzları yaldızlanır, sırtı boyalanır, alnına bir ayna bağlanır, kurdelelerle süslenirdi. Hayvanın iriliği, özellikle taşıyamayacağı kadar kuyruğu, kız evine gösterilen itibarın ve oğlan evinin zenginliğinin ölçüşü de sayılırdı.
Bazı yörelerde koyunların sırtına kına yakılır. Türk kültüründe Kına’nın ayrı bir yeri ve kutsiyeti vardır. Koyuna kına yakılır, Allah’a kurban. Askere kına yakılır, vatana kurban. Geline kına yakılır, kocaya kurban.  
Arife günü ikindi ezanı ile toplar atılmaya başlar ve bayram süresince her namaz vakti tekrarlanır, son gün ikindiye kadar ve bu namazlarda fazladan tekbir getirilir.
“Nice bayramların sabah erken,
Göğü top sesleri ile inlerken
Söylemiş saltanatlı tekbiri.”[3]
Bayram namazı cemaatinde mahalleden olmadıkları hemen anlaşılan kasaplar namazı kılıp farz olan hutbeyi bile beklemeden ayaklanırlardı. Duvar dibine bıraktıkları zembili kapar evvelden söz verilen eve koşarlardı. Bu bereketli günde olabildiğince fazla sayıda kesim yapıp nafakayı doğrultmak için.  Sabahtan tuz yalatılan hayvanlar ailenin en yaşlısından başlayarak sıra ile kesilir, en yakın komşudan başlanarak da et dağıtımı yapılırdı. Kurban sahipleri kendi hayvanı kesilip de böbreği ızgara yapılıp getirilene kadar başka bir şey yiyip içmez, oruçlu olurlardı. Kesim bitince artıklar derin bir çukura gömülür, kelleler daha sonra sıcak demirci dükkânına götürülüp kızgın körükte kılları yakılarak “kafaları ütülenmek” üzere mahalle kedilerinden muhafazaya alınırdı.
Devamlı empoze edilen, Siyonist ve Amerikan kökenli hediye teatisi günlerinin rekabetine rağmen, bayramlar Türk piyasa ekonomisinin starter’ı olma özelliğini koruyorlar. Ülkede bir yılda kesilen hayvan sayısının ¼ ünün kurban bayramına tesadüfü bile yeter. Baklava ve tatlı üretimi ev hanımlarından ve mahallenin bu gereksinimi karşılığı geçimini sağlayan yetenekli hanımlardan baklava siparişi alan, sanayileşmiş tatlıcı dükkânlarına ve süper market reyonlarına kaydı. Gelir seviyesi ortanın üzerindeki sınıflarda giyecek gereksinimleri büyük mağazaların tenzilatlı satışlar dönemlerine endekslendi. Ama büyük bir kitle özellikle çocuklarının kıyafet ihtiyacını hâlâ bayram öncesi sağlamaktadır. Çocuklara Bahriye kıyafeti alma devri çok gerilerde kaldı. Bilmem şimdilerde, arife gecesi sabah saatlerine kadar elle döndürülen Sınger makinesinin başında çocuklarına yeni bir şeyler yetiştiren analar var mı?
Sabah erkenden yeni kıyafetini giymiş çocuklar cami önlerinde toplanıp babalarının namazdan çıkışını bekleyecek. Sair vakitler tek saf toplayabilen camiler ve önündeki caddeler bayramdan bayrama ve farklı şekilde kılınan namazın acemi cemaati ile dolup taşacaklar. Mezarlıklar her yaştan insanın doldurduğu ziyaret mahalleri olacaklar. Kısık sesle kıraat edilen Kur’an ayetleri birbirlerine karışacaklar. Belki hâlâ bir yerlerde muhtarlık önlerinde gün boyu davullar dövülecek, halaylar çekilecek. Ama semtin sempatik Tip’i Fahrettin yorgun düşene kadar oynayamayacak. Oda yaşlandı gayrı... Otobüsler, trenler, özel arabalar kalabalıkları ilden ile köyden köye, semtten semte taşıyacaklar. Artık kumbarası olmayan çocuklar bayram harçlıklarını dövize yatıracaklar. Ama bir şeyler sürerken bir şeyler değişecek.
İki üç gün önce başlayan ev temizliği, baklava yapımı, zeytinyağlı hazır yemek stoku.  Yatılı geleceklere oda, yatak hazırlığı, bayramlık giysilerin temizliği, ütüsü, çocukların yıkanması. Erkenden kalkış, kurban kesimi, kanlı bahçenin paklanması, etlerin taksimi, dağıtımı, öğlen yemeğine kavurma yetiştirme telâşı, kalan etlerin muhafazaya alınması. Kapıya gelen çocuk güruhuna şeker servisi, misafirlere hizmet, sofra kur, sofra kaldır. Giyin süslen ziyaretlerde bulun. Gene sofra, gene yatak, bir sele dolusu yıkanacak çarşaf, masa örtüleri, yeniden temizlik...
Yıl boyu her sabah tıraş, kravat, sıkıntılı trafikte saatler süren gidiş dönüşler... Bayram öncesi çarşı pazar, bilmem kaç kutu çikolata, şeker. Yoğun trafikte ziyaretler, vasıta sıkıntısı, park zorluğu, sık aranmadığı iddiasındaki yaşlı akrabaların sitemleri, hiç tanımadığın kimselerle ortak konu bulma çabası...
Bunlara karşılık yazlık evin terasında uzanıp yatmak veya tatil köyünün ısıtılmış havuzunda keyif, açık büfe, ulaşım ücretsiz ve dört taksit ya da dünyanın her yöresine ucuz turlar...
Yorgun ve bitkin insanlar. Özellikle çalışan hanımlar için bulunacak makul sebepler o kadar çok ki… Yaşlılar mı? Onlarda televizyonda bayram programlarını izleyip eski bayramlarını yâd ederek avunsunlar.
Bahçeli evler bir bir yıkılıp bloklara döndükçe semtlerin insan halitası da değişti Mahalleler daha homojen gelir guruplarından oluşur oldular. Kurban ibadetinin gerekçesi olan, et yedirilmesi ve gönüllerinin alınması gereken yoksullar dağıldılar, uzaklaştılar. Kurban sahiplerinin bunlara ulaşımı zorlaştı. O kişilerin et alma gerekçeli ziyaretleri ise şansa kaldı. Üç araç değiştirerek geldikleri “Bilmem ne beylerin seyahat da” olmayacağını kim garanti edebilir? Eli boş dönüş masrafını da katınca, maliyeti bile kurtarmaz.
Asfaltta, kaldırım kenarlarında, apartman bodrumlarında, banyo giderlerine kesilen, balkon demirlerine, elektrik direklerine asılan hayvanlar tepki çekmek yanında gerçek sıkıntılar verir oldular. Büyük marketlerde, toplu kesim yerlerinde, yardım derneklerinde, kesim ve parçalama servisleri oluştu. Hayır kurumlarının, vakıfların “parasını ver, gerisine karışma” esprili hizmetleri, yeni yönler yarattılar. Kan, vahşet, çığırtkanlıkları, Avrupa birliği kuralları, kurban vecibesinin gereksizliğini tartışmayı bile gündeme getirir oldu. Ömründe namaz kılmamış, bir sayfa ilmihâl okumamış Enteller(!) ahkâm keser, fetva verir oldular.
Bütün bunların ardından önce metropoller düştüler sonra da şehirler ve hatta kasabalar. Hacmi genişleyen kentlerde top sesleri duyulamaz oldular.
Sosyal gerçekler, geleneklerimiz ve dini örflerimizi korumaktan yana olanları birer, birer yuttular. Benim gibi direnen dostlardan bir kaçı daha bu bayram teslim olup cephe değiştirdiler. Değişim fırtınalarına hangi ağaç dayanabilmiş ki?
Bu sabahın rutin tatil günlerinden hiç bir farkı yok. Ne bütün gece komşu bahçelerden koyun melemeleri geldi ne de ızgara kokuları geliyor. Bahçe mi kaldı? Yıllardır bayram namazına gidemiyorum. Sabah kahvaltısından sonra şerbeti taze dökülmüş baklavadan yiyemiyorum. Çocukların hepsi başka yörelerde. Eli öpülmesi gereken yaşlılar her gün azalmakta. Bayramlaşılacak dostlar dünya haritasının her bir noktasına yayılmış. Dağıtılacak et yok. Koyun eti kokusundan hoşlanmayan gelinler burada olmadığından biraz kavurma yapıp yedik o kadar.  Birkaç da tanımadık çocuk kapı çalıp bayram parası istediler.
Artık bayramlar eskisi gibi değilmiş, ne gam. Kutlamak için önümüzde Anneler günü var. Babalar günü, sevgililer günü, çevre günü, yetim ördekler günü!
Deli’ye her gün bayram.”
Bayramınız kutlu olsun.






[1] Kurban bayramı kutlu olsun.
[2] Ramazan Bayramı kutlu olsun.
[3] Y.K. Beyatlı


15 Ağustos 2018 Çarşamba

İmza Meselesi


İmza Meselesi

Merhaba,
On beş gündür TV ve gazetenin olmadığı bir mekânda idim. Bugün birikmiş gazeteleri şöyle bir taradım. Dövizin serencamı zaten kulak gazetesinden geliyordu,  dış politikadaki gelişmelere de çok yabancı değildim ama siyaset arenasında çok sular akmış köprülerin altından.
En dikkatimi çeken CHP kurultayındaki imza gelişimleri oldu. Neden derseniz? Bana geçmişten bir çağrı yaptı. Güncelliğini yitirmiş olsa da paylaşmak istedim.
Hasan Tez, Temsilciler meclisine Esnaf Dernekleri temsilcisi olarak girmiş özel tahsilli(!) yanılmıyorsam; Rize doğumlu ve Ankara Fırıncılar Derneği başkanı idi.  Sonradan iki dönem Ankara Millet Vekilliği de yapmıştı.
İşte bir konu hakkında verilen önergeden imzasını geri çekti.
Ertesi gün devrin taşlama ustası Ümit Yaşar Oğuzcan, şöyle bir beyit düştü günlük gazetenin köşesinde;
“İMZAMI ÇEKİYORUM,” DEMİŞ HASAN TEZ, “GETİR.”
CAFER ETMEZ HASAN’IN ETTİĞİNİ BEZ GETİR…
İkisini de rahmetle anıyorum.

                                                                              CEMİL  BUBİK                                                  ...